Bu yazıya Leyla Erbil’in ünlü Tuhaf Bir Kadın’ından esinlenerek “Tuhaf Bir Adam” başlığı atmaya hazırlanırken, çocuk sözcüğü üstün çıktı, yine. Ömrü boyunca Walter Benjamin’in, Berlin sokaklarında annesinin arkasında yavaş yavaş yürüyen çocuk olarak kaldığını düşündüm birden. Böyle düşünmemin nedeni bir zamanlar Benjamin’in ardına düşmeye kalkıştığımda arkamda görmüş olduğum çocuk düşlemi değil, hemen elimin altında duran kitabı Benjamin’in: Çocuklar için Aydınlanma. Çocuklara ve gençlere yönelik olarak yaptığı radyo izlencelerini içeriyor. Okunmak için hazırlanmış metinler bunlar. Belki o nedenle Benjamin’in düşünce yazılarındaki o girift ve bulutsu biçemini göremediğimizi öne sürebiliriz. Ancak öylesine içten ve taze insan dünyasının içinden metinler ki, bu biçemin bir gönül ferahlığının yansıması olduğunu da savlayabilirsiniz. Benjamin’in, içindeki çocuğun yaşama, daha doğrusu değişik bir dünyada yaşama hakkını aradığını düşünmüşümdür hep. Nâzım Hikmet’i yansılarsak, usta bir kitap gibi anlayarak, bir çocuk gibi şaşarak yaşamak isteyenlerden olmuş Benjamin. Diyeceksiniz ki “Böyle yaşamayı istemeyen çocuk var mı?” Gelgelelim, istemekle olmuyor sıra dışına çıkmak. Nasıl oluyor bilmiyorum ama “Neden?” diye sormakla başlıyor olabilir bu tür çocukların başkalaşımı. Neden? Neden? Her şeyi anlamaya, öğrenmeye çalışmak, verilen yanıtlarla doymamak… Yavaş yavaş, deyimimi bağışlayın, sürüden kopmaya başlıyor o türden bir çocuk, soru imlerinin ardına takılıyor kimileyin ayrımına bile varmadan.
O tür çocuklardan biri de Heidegger. Çağdaşı Walter Benjamin’in. Tanışıp görüştüklerine ilişkin bir bilgi yok. Ancak, denildiğine göre, Yeni Kantçı felsefeci Heinrich Rickert’in derslerini aynı anfide aynı zamanda izlemişler. Bunların dışında ortak bir yönleri daha olduğunu öne sürebiliriz. Her ikisi de “İnsan, maddenin arızi hatası olmak durumundan nasıl kurtulabilir?” sorusuna yanıt aramış. Heidegger bir düşünce dizgesi geliştirerek gerçekleştirmiş arayışını. Nazi rejiminin kendi parlak düşüncelerine somut karşılık olacağını sanmış uzun bir süre. Kendi düşüncelerine din gibi inanan filozoflar düşerler bu tür trajik yanılgılara. Benjamin ise onca felsefe eğitimine, birikimine karşın Alman türü disiplinli bir düşünce dizgesinin adamı olmamış, olmak da istememiş. Bana kalırsa, gençliğinde Hegel’i okumuş olsaydı da bu özelliği değişmezdi. Çünkü Benjamin’in hamuru değişiktir. Tek bir alanda ve düşünce dizgesinde yoğunlaşmak yerine anlıksal etkinlik ve yeteneklerini birçok konuya yöneltmiş, yaşama çeşitli yönlerden yaklaşmaya çalışmış, çok yönlü çalışmalar bırakmıştır geriye. Bugün Benjamin felsefe, yazın, toplumbilim gibi önemli anlıksal etkinlik alanlarında kaynak(ça) olarak yaşamaktadır. Ancak vurgulayalım: Batının kültür yaşamında Benjamin’in yeri nesnel, soğuk bir kaynak(ça) olmakla sınırlı değildir. Batı’nın özelliği olan kendini sorgulama deviniminde hâlâ canlı ve işlevsel bir yazı(n) adamıdır Benjamin. Batının en azından belirli bir anlıksal kesimi Benjamin’i okudukça onun tedirginliğini duyumsamakta, onun gibi Batıyı / Tarihi eleştirmek işlemini sürdürmekte; bu da, her şeye karşın, Batı için kendini aşıp aşamama savaşımında olumlu haneye yazılan bir çaba oluşturmaktadır. Buna karşılık, Benjamin Türkiye’de ne diye okunur? Kim, kaç kişi okur? Merak eder dururum. Mutluluklar beldesi olan ülkemizde Benjamin’i okumayı gerçekten gerekseyenler var mıdır? Yoksa “Biz şık giyinir, Çin yer, Milano’ya takılır, Benjamin’i de biliriz” demeyi gerektiren bir kültürden mi söz edilmeli, böyle bir soruya yanıt aramaya koyulurken. Aslında ülkemizde bu tür sorulara gerek yok. Çünkü gazetelerimizde, televizyonlarımızda her şeyi bilen, en isabetli soruları ortaya atıp yanıtlarını veren aydınlarımız var. Onları dinleyelim yeter. Gene de, karanlık odalara girip çıkan, dolapları karıştıran, “Bu ne? Bu ne?” diye soran çocuklar orada burada boy atıyor olabilirler. Onların Benjamin’i okumalarına şaşırmamalı.
Ancak, dikkatli olmak gerekir. Benjamin’in tanımlanması henüz tam olarak becerilememiş, belki de okurdan okura değişen bir çekiciliği vardır. Besim F. Dellaloğlu’nun Benjamin başlıklı kitabının önsözünde dediği gibi, “Benjamin girdabı beni de içine çekti, bir türlü kurtulamadım.”1 Kişisel deneyimimden çıkarıyorum: Benjamin’i kuşatıcı bir çalışma yapmak, kısa ya da uzun yazı kaleme almak çok güç. Gene de, bu yazıyı fırsat bilerek, bazı özelliklerine genel olarak göz atmayı deneyebiliriz, uyarmak için.
Önce Benjamin’in yaşamöyküsüne değinmek gerekir. Aslında bir düşünce ya da yazı kişisinin yaşamöyküsü değil; yazdıklarıdır ön düzlemde yer alan, onu o yapan. Ne ki, Benjamin’in yaşamöyküsü bir söylence haline gelmiştir. O kadar ki, bu söylence nerdeyse yapıtının bir parçası olmuştur. Elbette, Benjamin’in ömrünü nasıl geçirdiğini burada yinelemeye gerek yok. Buna karşın, yaşadıklarının anlamı üzerine birkaç söz etmeye çalışabiliriz. Bir Alman Musevisidir Benjamin, kendini Alman olarak tanımlayan bir Musevi. Avrupa uygarlığının ana çizgilerinden biri Musevi-Hıristiyan kültürüdür derler ya, Benjamin kendini aradaki o bağlayıcı, giderek birleştirici olduğu varsayılan çizginin somut karşılığı olarak görmüş, öyle yaşamaya, düşünmeye çalışmıştır. Kendini Avrupa kültürünün özüne yerleştirmiştir. Moskova’dan İbiza’ya, Avrupa’yı dört dönerek geçirmiştir yıllarını. Bir labirenttir bu dolaşmaların toplamı. Avrupa haritasında çizdiği zigzaglar Avrupa’nın iç huzursuzluğunun, sorgulamaları Avrupa’nın kendi kendiyle hesaplaşmasının yansımaları gibidir. Benjamin bir çöküş, eskilerin deyimiyle inkıraz döneminde yaşamıştır. Bu çöküşü içselleştirmiştir. Musevi olarak o dönemin şer güçlerinin kurbanları arasında yer almıştır. Yakın bir arkadaşının genç yaşında intihar etmesinin yarattığı travmayı hiçbir zaman atlatamamıştır. İntihar düşüncesini hep iç cebinde taşımış, bir ara denemiş, sıfırı tükettiği kanısına vardığı anda da gerçekleştirmiştir. Kırk dokuzuncu yaşını sürerken kendine kıymıştır Benjamin. Gizemci sözlüğünde kırk dokuz sayısı bir bütünlüğü anlatır. Öte yandan, Benjamin’in üzerine çalıştığı konular Otuz Yıl Savaşları’ndan İkinci Dünya Savaşı’na değin uzanan dönemi kapsar. Bu ilk dönem ile kendi yaşadığı dönem arasında koşutluğun ötesinde, nerdeyse özdeşlik kurar Benjamin. Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra Westphalia antlaşması Batı’da ulus devlet döneminin başlangıcıdır. İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Avrupa tarihinde bir dönemin sona ermiş olduğu söylenebilir. Aşağı yukarı üç yüzyıl sürmüştür bu dönem. Tuhaftır; Benjamin Alman Yasoyununun Kökeni kitabında melankoli anlayışını Ebu Ma’şar’ın Sekendiz (Satürn) kuramına göndermeyle açıklar. Ebu Ma’şar’a göre Sekendiz gezegeni bir çevrimini üç yüzyılda tamamlarmış. Gökbilime, hurafeye meraklı Benjamin’in alınyazısında sanki bir dönemin kendini tamamlayıp tüketmesi simgelenmiş gibidir. Kendi kuyruğunu ısıran yılan betisinin anlatmaya çalıştığı türden döngüsel bir tamamlanma bu. Belki de Benjamin’in Batı’nın bilincini, buluncunu sürekli tedirgin ediyor olmasının arkasında böyle bir simgesellik yatıyor. Çizgisel bir yükseliş, sürekli gelişme olarak yaşadığımız Tarihin aslında döngüsel olmasından korkuyorlar için için. (Bu korku Türkiye açısından geçerli değil. Çünkü biz Gökdelen üzerine Gökdelen dikip ilerleme dönemindeyiz.)
Benjamin’in yapıtları bir yanda sanat, dil ve tarih üzerine felsefi denebilecek çalışmaları, toplumsal tarih ve popüler kültür araştırmalarını, yazın eleştirilerini, denemeleri, öbür yanda doğrudan yazın niteliğindeki kısa metinleri, öyküleri kapsar. Ayrıca mektupları, radyo konuşmaları da bu corpus içinde yer alırlar. Özellikle felsefi iddiası olan kuramsal ve yazınsal çalışmalarında kendi deyimiyle “ağırbaşlı ve ciddi” bir biçem kurmaya çalışmış, “ben” demekten olabildiğince kaçınmıştır. Bununla birlikte yazısı çoğunlukla kendi çevresinde dönedurmuştur. Örneğin Alman Yasoyununun Kökeni’nde melankoli kavramını o ağırbaşlı ve ciddi biçemiyle incelerken, dikkatli bir okur aslında kendini anlattığını görebilir. Akademik kariyere yönelmiş olmasına karşın akademik inceleme biçimini bir türlü benimseyememiştir. Kendini en iyi gizlediği çalışması olan Alman Coşumculuğunda Estetik Eleştiri Kavramı ile doktora tezini vermiştir. Ancak akademik açıdan kabul görmeyeceğini bildiği için Alman coşumculuğunun özü olarak gördüğü Mesihçilik kavramını bu çalışmasında inceleyememiş olmasını hem akademik âleme hem de kendine sinirlenerek dile getirir. Daha sonraki yıllarda bir üst akademik paye için Alman Yasoyununun Kökeni’ni yazmış, nedir bu kez kör gözüm parmağına kendi öznel izlekçesini ön düzleme çıkarmıştır. Bu tezi reddedilmiştir. Akademik gelenek işte: Bu tür yapıtlar tez olarak kabul edilmez ama onyıllar geçtikten sonra üstüne tezler yazılır. Akademik kariyerle ilişkisini bu olaydan sonra kesmesi bence biçeminde de daha kişiselleşme yönünde rahatlamaya yol açmıştır. Sonuç olarak Benjamin’i olağanüstü bir yazı(n) adamı, en geniş ve derin anlamıyla denemeci olarak sınıflandırmak olanaklıdır. Bu çerçevede Benjamin’in aydın olarak etkinliğinin asıl amacının bir sanat yapıtından zevk almaktan çok dünyayı anlamak, bilmek olduğunu vurgulamak gerekir. Bir estet olmaktan çok sanat yoluyla sorup yanıt arayan bir düşünürdür Benjamin. Sanat yapıtının verdiği zevkin de anlamını araştıracaktır. Belki de bu nedenle sanat değeri yüksek olmayan birçok yapıtı, örneğin çeşitli çocuk öykülerini, Alman yasoyunlarını, popüler yapıtları da ilgi alanına kolaylıkla alabilmiştir.
Benjamin’in anlıksal etkinliği, ömründeki gelişmelere koşut olarak üç ayrı dönemde ele alınabilir. Asja Lacis ile tanışıp Marksçılığa yöneldiği 1924 yılına değin sanat ve dil felsefecisi, yazın eleştirmeni görünümdedir Benjamin. Gözlem ve değerlendirme gücüyle bir yandan Alman felsefesi ve yazını öbür yandan Fransız yazını üzerinde yoğunlaşarak yaşadığı dönemin, uygarlığın ruhunu anlamak çabası içindedir. Musevi gizemciliğinin izleri en baştan beri düşünce dünyasını belirler. 1916’da tasarlayıp 1925’te ortaya çıkardığı Alman yasoyunuyla ilgili çalışması bu dönemin sonu olur. Artık Marksçı ve umutludur. Gerçi Moskova onu pek açmaz ama Marksçı düşünce ona geleceğe doğru tutamaklar sağlar. Çok gezmiş, en çok tanınan denemelerini bu dönemde yazmıştır. Ancak ülkesinde halkın oylarıyla siyasal iktidarı ele geçiren Nazizm yükselmektedir. Paris’e sığınır. Yalnızca ülkesini değil kitaplığını da terk etmenin acısıyla yüklüdür artık. Bununla birlikte Marksçı düşüncenin sağladığı olanaklarla geleceğe doğru köprüler kurmayı, daha doğrusu kendi karamsarlığına karşı savaşımını sürdürür. Bir yandan da Avrupa’nın yaşadığı çöküş onun içindeki ölümü büyütmektedir. İkinci dönem Alman-Sovyet anlaşmasıyla kesin olarak kapanır. Dellaloğlu’nun yukarıda andığım önsözünde dediği gibi, “Hitler-Stalin paktı hiçbir Avrupalı aydını Benjamin’i sarstığı kadar sarsmamıştır.” Nazilerin eline düşmektense kendini öldürmeyi yeğleyeceği trajik ana dek sürer üçüncü dönem. Bu noktada Hans Mayer’in Çağdaşım Walter Benjamin kitabından bir ayrıntıyı anmadan geçemeyeceğim. Mayer, Benjamin’in Hugo von Hoffmansthal’ın Kule başlıklı öyküsünü ele alışından çıkarak şu sözleri eder: “Bir seçilmişin bir taşra yolunun kenarında yalnız ve horlanmış olarak can verdiğinin görüldüğü Kule. Benjamin’in kendi yüreğinin derinliklerinde seçtiği ölüm budur. Benjamin, can vermekte olan Sigismund’un şu sözcüklerini benimseyerek alıntılar: “Umut etmek için kendimi fazlasıyla iyi görüyorum.”2 Geleceğe umutla bakabilecek denli kötü olamayan bu çocuk adamın ne gömüldüğü yer bellidir, ne de heybesindeki elyazmalarının ne olduğu. Polisiye anlamda tam olarak aydınlatılmamış, kapanmamış bir dosyadır Benjamin’in çok iyi bildiğimiz sonu. Avrupa’nın kültür tarihinde kapanmayan, hâlâ kanayan bir yara gibidir.
Yaşamının saydığımız dönemleri boyunca Benjamin’in değişmeyen bir özelliği de bağımsızlığıdır. Bunun temel nedeni bilinçli olarak seçilmiş bir teklik, tekillik olabilir. “Bir Otoportre İçin Malzemeler” başlığını verdiği kısa bir metinde şöyle der: “Niçin kimseyi tanımıyorum, niçin insanları karıştırıyorum? Enigmanın çözümü. Çünkü ben tanınmak istemiyorum. Ben kendim karıştırılmak istiyorum.” Biçembilimcilere araştırmaları için bir soru: Benjamin’in o bulutsu biçeminin ruhsal kaynağı bu karıştırılma isteği midir? (Bulutsu deyince ebru sözcüğünün bulut kavramıyla ilişkisi olabileceğine ilişkin sav geldi aklıma. Benjamin’in yazısı koyu renklerden yapılmış aykırı bir ebru yapıtına benzer. Renkler koyu olduğu için betileri birbirinden ayırmak, seçmek güçtür. Ancak bir kez bakınca o yapıttan gözlerinizi ayırmak da pek güç olur. Sizi içine çeker.) Aslında Benjamin belirli bir toplumsal öbeğin: Alman Musevilerinin bir parçasıdır. Bu öbek içinden çok önemli entelektüeller gelmiş, bunların birçoğu da Benjamin’in arkadaşı olmuştur. Gershom Scholem akla ilk gelen örnektir. Ünlü Frankfurt Okulu da bu öbekten entelektüellerin verimidir. Gel gör ki, Benjamin ait olduğu Musevi cemaatiyle özdeşlenerek yaşamamıştır. Scholem gibi İsrail’in yolunu tutmamıştır. Adorno gibi Frankfurt Okulu’nun asal bir üyesi olmamıştır. Canını kurtarmak için Amerika’ya gelmesi çağrılarına bile direnmiştir. Öte yandan, Brecht ile yakın ilişki kurmasına karşın Marksçılara katılmamıştır. Bu bağımsızlığını yalnızca fiziksel değil anlıksal düzlemde de sürdürmüştür. Yapıtı tekil ve özgündür. Benjamin’in yazdıklarını herhangi bir özgül akım içine yerleştirmek olanaklı görünmemektedir. Bununla birlikte, öznel bir değerlendirme yaparak, Benjamin’i genel olarak devrimci coşumculuk (romantizm) diye bilinen bir çizginin içinde gördüğümü söyleyebilirim.
Benjamin’in birbirinden ayrımlı görünen yazdıklarını birbirine bağlayan, üç döneminde de görülen diğer bir özelliği de iç içe geçen Tarih ve Mesih anlayışlarıdır. Benjamin’in dünyaya bakışında, genel olarak hayatı değerlendirmesinde dinbilimsel bir arka düzlem olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim özellikle Tevrat’ı okumak Benjamin’i anlamak çabasını görece kolaylaştırabilir. Gene de Benjamin’inki alıştığımız anlamda inanç temelli bir bakıştan ayrımlıdır. Bir dindar gibi düşünüp yazdığını öne sürmek güçtür. Ancak dinin yaptığı gibi tinselliği öne alır. Tinselliği vurgulamakta belki dinden daha ileri gider. Hiçbir şey salt özdek değildir, her şeyin özü tinseldir. Doğa da, insan da bu tinselliğin Tarih dediğimiz düşüş sürecinden kurtarılmasını beklemektedir. Dellaloğlu, andığımız yazısında yine doğru bir saptamada bulunur: “Benjamin sanki aydınlanmanın yaptığının tersini yapmaya çalışır. Weber demişti ya: dünyanın büyüsünün bozulması. O, dünyayı tekrar büyüsüne kavuşturmaya çalışır.”3 Burası Benjamin’in coşumculuğa açıkça eklemlendiği noktadır. Anamalcılığa geçişle sanki insan tininden bir şeyler eksilmiş gibidir. Melankoli bunu algılayabilmenin sonuçlarından biridir. Martin Luther’in melankolisi de, Benjamin’in deyişiyle, “yaşamın solgunlaşmasının” ayrımına varmasındandır. Hıristiyan eskatologya, Aydınlanma, idealizm ve Marksçılık, aynı düşünsel damarda devinerek, insanlığın ilerlemesinin, insan-doğa bütünlüğünü kurarak hem insanı hem de doğayı kurtaracağı varsayımına dayalı çizgisel bir tarih anlayışını savunurlar. Geçmişe bakınca Otuz Yıl Savaşları’nı, Birinci Dünya Savaşı’nı, önüne bakınca da yükselen Nazizmi gören Benjamin paylaşmaz bu iyimser tarih anlayışını. Benjamin, Marksçılığın eytişim anlayışını da Tarih içinde ileriye değil, şimdiki zamana (Jetztzeit) dönük biçimde kendine uyarlamıştır. Giderek, ilerleme denilen süreci bir felaketler zinciri olarak görür. Asıl kurtarıcı, Tarihin her anında ortaya çıkabilecek Mesih’tir. Elbette, Mesih ile imlenen şey bildiğimiz dinsel betiden çok onun simgelediği devrimsel dönüşümdür. Her şeyden önce dünyaya yeni bir bakışı gerektiren bir dönüşümdür bu. Dünyanın tinselliğini, aslında elimizin altında duran gerçek yaşamı görmek, duyumsamak gerekir. Dünyaya bu tür bakışı sağlamada, Tarihin aslını, olayların nesnelerin anlam çoğulluğunu anlamada aracı söz sanatı alegori olacaktır. Eleştiri de yapıtları kurtarma sanatıdır.
Elbette, Benjamin somut bir kurtuluş planı önermiyor. Yaşadığı dönemde olduğu gibi bugünün dünyasında da kim takar Benjamin’i bilmem ama o, kendine göre aydınca bir duruş sergiliyor, dünyaya ve kendimize bakışımızı etkilemeye çalışıyor. Geçmişi bile kurtarabileceğimizi öne sürüyor. Yıkıntılar ve ölüler kurtarılmayı bekleyen varlıklardır Benjamin’in barok dünyasında. Bu yaklaşımında Tevrat’taki çömlek (Yeremya, Bap 19) ile insan kemiği (Hezekiel, Bap 35) öykülerinin etkili olduğu öne sürülebilir. Melankolik adamın bakışında geçmiş de gelecek de kurtarılabilir: “Melankoli bilme sevdası için dünyaya ihanet eder. Kendi derin düşüncesine (meditasyon) ara vermeden gömülürken, ölü nesneleri de kurtarmak için bakışı (kontamplasyon) içine alır.”
Elbette, Benjamin’in nesnelerle ilişkisi ölü olanlarıyla sınırlı değildir. Benjamin’in diğer bir özgün yönüdür nesnelere bakışı. Babasının antikacı olmasından mıdır nedir, Benjamin için nesneler birer canlı varlıktır. Benjamin’in nesnelere bakışını değerlendirmek için daha çok değişim değil kullanım değerinin ağır bastığı kültürü, sanat yapıtlarını, çocukların oyuncaklar, bebekler, kuklalar karşısında duydukları heyecanı düşünmek yerinde olur. Meta fetişizmin egemen olduğu, nesnelerin tüketim maddesine dönüştüğü çağcıl kültürün köktenci bir eleştirisi okunabilir Benjamin’in nesnelerle kurduğu ilişkide. Benjamin’in özyaşamöyküsünde ve izlekçesinde önemli yeri olan koleksiyoncunun amacı da metayı nesneye dönüştürmek, nesneye kişiliğini yeniden kazandırmaktır. Bence, ünlü aura kavramının ortaya çıkışı nesnelerle kurduğu ilişkinin bir doğurgusudur.
Benjamin yalnızca nesnelerin değil bütünüyle aura’sını yitirmekte olan bir çöküş Avrupa’sında yaşamıştır. Bu çöküşün içinden Avrupa’nın ruhunu ve geleceği kurtarmayı istemiştir. Kitle sanatının ve teknolojinin devrimci amaçlarla kullanılması yoluyla aura’nın yitiminin yarattığı tinsel boşluğun doldurulabileceğini düşünmüştür. Adorno sevgili arkadaşının saf olduğunu söyleyecektir. Oysa Benjamin de görmüştür kitle toplumunun özündeki totalitarizmi. Ancak çıkış aramıştır uzun süre. Avrupa’da, daha önce de değindiğimiz gibi, o zamanın ölçülerine göre gezginlik ve göçebelik sayılabilecek biçimde dolaşmıştır.
Gittiği kentlerin ruhunu kavramaya çalışmakta onunla yarışabilecek herhalde azdır. Örneğin Napoli üzerine Asja Lacis ile birlikte yazdığı deneme pek bilinmez. Üst gelişmişlik düzeyinde olmayan bir Akdeniz kentinin özellikleri ancak bu denli iyi anlatılabilir. (Bu yazıda biz, Türk metropollerini de görebiliriz. Belki o zaman neden İstanbul’u New York’a benzetmeye çalışıyoruz diye sorabiliriz.) Ancak, Benjamin’in asıl sevgili kenti Paris’tir. Ünlü Pasajlar’ı, Baudelaire üzerine çalışması, nice yazısı Paris’e odaklanmıştır. Avrupa’da geçmişine ve bugününe ilişkin en çok bilgi bulunan kentin Paris olduğunu, dolayısıyla Paris’i irdelemenin Avrupa uygarlığını daha iyi anlamayı sağlayacağını söyler. Çağcıl kent yaşamını bir çocuk heyecanı ve merakıyla gözlemlemiştir. Paris’i yalnızca arşivlerinden değil sokaklarından öğrenmiştir. Berlinli çocuk en uzun yürüyüşlerini Paris’te yapmıştır. Kendisiyle özdeşlenmiş olan ünlü flâneur kavramını bu kentte işlemiştir. Bu kavramı ben Aylak Adam diye Türkçeye aktarmayı kendimce doğru buluyorum. Binbir türlü inceleme konusu olan bu kavramı burada anlatmaya kalkışmayacağım. Ne var ki, günümüzde birkaç kent gezip kendini aylak adam sananlar ya da kültür piyasasında yer tutmak için öyle tanıtmaya çalışanlar çıkabildiği için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir. Benjamin’in aylak adamı belirli bir dönemin kişisidir. Sokakların ve pasajların adamıdır. Büyük mağazaların, alışveriş merkezlerinin ortaya çıkmasıyla aylak adamın dönemi kapanmıştır. Aylak adam boş gezenin boş kalfası değildir. Anamalcılığa muhalif yapıda bir entelektüeldir. Eylemi gözlem ve düşünmedir. Bununla birlikte kendisi de anamalcılığın ürünüdür. Aylak adamın kalabalık içinde sokaklarda, pasajlarda dolaşması anamalcı piyasada metanın dolaşımına koşuttur. Bir bakıma aylak adam, entelektüelin de metalaşmadan önceki son hali, metalaşmaya karşı umutsuz direnişidir. Susan Sontag, “son entelektüel” der Benjamin için.
Tarihin hep olumsuz yönünden geliştiğini öne sürmüştür Benjamin, yeniklerin, tutunamayanların tarihini anlatmaya çalışmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir dönem başlamıştır. Bugün varılmış olan aşamada bobo kültürü entelektüelin metalaşmasını gerektirmektedir. Etkili olabilmenin, söz iktidarını paylaşabilmenin, entelektüel piyasanın nesnel gereğidir bu. Böyle bir dünyada Benjamin türü bir aydına yer yoktur. Artık aydınlar ve ürünleri de kullanım ve değişim değerleri arasındaki çarpışmanın ortasında kalmışlardır. Bu çerçevede, bir yerden tutturup entelektüel piyasaya lüks tüketim maddesi olarak sürülme olanağı her zaman vardır. Çünkü bu da piyasa mantığının bir gereğidir. Acımasız bir bakışla, Benjamin’in yazdıklarının bugünkü kültür ortamındaki yerinin lüks tüketim maddesine eşit olduğu öne sürülebilir. Bununla birlikte, gerçekçi olmak gerekir: başka bir kılıkla sokağa çıkma olanağı da kalmamıştır. Öyleyse bir kez daha dikkat diyelim: görünüşe aldanmayın. Tuhaf bir çocuk sizi alt üst edebilir.
Notlar
1 Besim F. Dellaloğlu (Yay. Haz.), Benjamin, Say Yayınları, 2006.
2 Hans Mayer, Der Zeitgenosse Walter Benjamin, Jüdischer Verlag, 1992.
3 Dellaloğlu, 2006.