ÖMER MADRA / Acikradyo.com.tr
Ömer Madra: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi bölümünden, öğretim üyesi Prof. Dr. Levent Kayaalp’le beraberiz. Konumuz aslında okul ağırlıklı olmakla beraber, toplumsal şiddetin gençler üzerindeki tehlikesi. İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan, Eric Debarbieux’nun kitabı Okulda Şiddet, Küresel Bir Tehdit için bir önsöz yazmışsınız. Kitap İsmail Yerguz’un çevirisiyle yayımlanmış. Bu araştırmada Türkiye yok, ama Türkiye’de neler bekliyor bizi diye konuşmak istiyoruz. Hoşgeldiniz.
Levent Kayaalp: Hoşbulduk. Ben öncelikle teşekkür ediyorum bu konuyu ele aldığınız için. Bu mesele genellikle bir salgın halinde gündeme gelir, genellikle Batı’da bir okulda bir olay yaşandığı için ve çok kısa sürede de unutulur. Siz en azından aradan belli bir süre geçmesini beklediniz, bilmiyorum şu ya da bu nedenle, ama en azından olaya bir mesafe almak, daha sakin kafayla bunun üzerine düşünebilmek için iyi oluyor.
Bu olaylar insanlara çok çarpıcı geliyor bir çok nedenle. Birincisi okulda şiddet anne babaları çok korkutuyor, çünkü okul aslında şiddetin denetlendiği, daha çok sembolizasyon süreçlerini ön plana çıkaran, davranıştan çok simgeleştirme süreçlerini ortaya çıkaran bir yer. Okula başlayan 6 yaşında bir öocuktan beklenen şu: yerinde oturacak sınıfta hareket etmeyecek, motor davranışını kontrol edecek ve dışarıda uçan kuşa, helikoptere değil tahtaya bakacak, öğretmeni dinleyecek ve kurallara uyacak. Böyle bir kalıp var. Bir bakıyorsunuz bu kalıbın olduğu yerde aslında çocuklarla hiç de biraraya konmayan bir başka unsur çıkıyor: şiddet.
“Şiddet” derken de biraz düşünmek lazım, farklı kavramlar var bu konuda, “şiddet” var, “tahripkârlık” var, “saldırganlık” var. Şiddet her ne kadar bir çok yerde mahkum ediliyorsa da, aslında bütün iktidarların kullandığı bir araçtır aslında; bunu hep vurgularım. Tüm güçler, iktidar olsun, din olsun, ideoloji olsun, şiddeti kullanıyorlar; ancak şiddeti kodifiye ediyorlar, belli koşullarda şiddet uygulanıyor, o zaman mübah.
ÖM: Kendi tekellerinde bulunduruyorlar.
LK: Son yüzyıla bakın, bırakın büyük dünya savaşlarını, en yakın zamanda Afrika’da yaşanan kabileler arası kıyımlara bakın, insanda böyle bir potansiyel var.
ÖM: Ne yazık ki evet!
LK: Bunu inkâr etmek mümkün değil, ama okuldaki şiddetin bu kadar çarpıcı olmasının nedeni başka; yetişkinler zannediyorlar ki şiddet sadece yetişkinlerin tekelinde, onların denetiminden çıktığı zaman çok rahatsız oluyorlar, özellikle de çocuklardan çok gençlerde çıktığı zaman.
Gençlerin şiddetle çok özel bir ilişkisi var, şiddete yatkın olduklarından değil, gelişimleri itibariyle ergenlik döneminde bir tür şiddete maruz kalıyorlar. Bu size çok anlaşılabilir gelmeyebilir, ama Gregor Samson’ın sabah uyanışını düşünün; tabii ki ergenler bir sabah böcek şeklinde uyanmıyor, ama giderek, kısa bir süre içinde, aynadaki görüntüsü değişiyor, sesi değişiyor, bedeni değişiyor. yani fiziksel olarak bir değişikliğe maruz kalıyor ve bu değişiklik onun denetimi dışında. Böyle baktığınız zaman, gelişmekte olan ergenin bedensel değişiklikleri de sırf onun denetiminde olmadığı için, maruz kaldığı bir şiddet gibi görülebiliyor, böyle gören düşünürler de var. Bu işin bir boyutu. İkinci boyutu da şu; hep kullanılan bir tabir vardır, özellikle 60’lardan sonra kullanırlardı, “altyapının gelişmesini üstyapı izleyemedi” diye. Maalesef ergenlikte de böyle bir durum söz konusu; bedensel gelişmeye o bedeni kullanacak zihinsel gelişme eşzamanlı eşlik etmiyor. Dolayısıyla ergen dediğimiz zaman bir anda fiziksel olarak bir çok imkâna sahip olan, ama bunları kontrollü kullanabilecek zihinsel üst yapıyı henüz oluşturmamış gençleri görüyoruz. Bu belki diğeriyle birleşince, gençlerin şiddete yakınlığını açıklıyor, ille de şiddet kullanacak değil tabii. Bunun potansiyelden uygulamaya geçmesi çok farklı koşulları da gerektiriyor, yoksa her genç şiddet kullanacak diye bir şey yok. Dolayısıyla böyle bir potansiyel var ortada.
ÖM: Burada medyanın yaklaşımına da birazcık değinmemiz gerekiyor; medya bu gibi konulardan büyük keyif alıyor galiba. Doğruyu söylemek gerekir ki, okur sayısını arttıracak, tabir-i caizse “reyting” yaptıracak bir olay olarak bakıyor. Bu da işi daha da karmaşıklaştırıyor olmalı.
Avi Haligua: Niye reyting yaptığını da söylemek gerekiyor, hem ailelerin endişelerini beslediği için, hem de işin içinde genellikle “kavga”, “gençlik”, “aşk” vs. gibi çeşitli anahtar kelimeler yer aldığı için herhalde.
LK: İnsanoğlunun iki temel baş belası eğilimi vardır; bunlardan biri tahripkârlık diğeri de cinsellik. Dolayısıyla her toplumsal örgütlenme bunları denetleme ve kodlara bağlama eğiliminde. Toplumun gelişiminin değişik evrelerinde bunlar bir miktar serbest bırakılıyor, kanalize ediliyor, ama her zaman için bir bastırma söz konusu. Zaten bir anlamda uygarlık dediğimiz de bu iki eğilimin bastırılması üzerine kurulu. Freud bunu böyle söylüyor, ama ondan çok önce Diderot’nun bir lafı vardır; “Bu insanoğlu denen vahşinin yavrusu, eğer gücü yetse, eline geçen ilk fırsatta babasını öldürür, anasının yatağına girer” diyor.
ÖM: Dini kitaplarda da zaten baba katli teması üzerine hikâyeler vardır.
LK: Bu Diderot’un yıllar önce tespit ettiği bir şey, daha sonra bu teorize edildi. Bu iki eğilim sürekli denetim altında tutulmaya çalışıldığından, bunların kaçakları ister istemez çok dikkati çekiyor. Cinsellik tabii Victorian dönemdeki kadar denetim altında değil artık, ama dikkat ederseniz son zamanlarda cinselliğin bir takım uç örnekleri çok ilgi çekiyor. Mesela ensest, ya da çok daha ilkel ve tahripkâr bir takım eğilimlerin ortaya çıktığı durumlar. Bir aralar insan yeme konusu çok modaydı, hala da bir takım web sitelerinde bununla ilgili şeyler var, Almanya’da bununla ilgili bir takım olaylar yaşandı. Bu niye insanların ilgisini çekiyor? İnsanların genetik kodunda bu yok belki, ama türe özgü bir takım özellikleri bunu içinde taşıyor. Bu belki çok rahatsız edici ve itici bir iddia, ama başka türlü, günümüzde bile insanların birbirini kitle halinde katletmesini açıklamak mümkün değil. Yani Tutsilerle Hutuların aralarındaki temel fark neydi ki? 500 bin’ini öldürdüler.
ÖM: Hatta daha fazla.
LK: Evet. Böyle bir tahripkârlık var, bu konuyla uğraşan kişilerin öne sürdükleri iddialar bazen çok gerçek dışı gelebilir, mesela bu tahripkârlıkla ilgilenen Melanie Klein’n bu konuda çok ilginç fikirleri vardır; insanoğlunun doğası gereği çocukta karşı tarafı, özellikle de bakım veren kişiyi parça parça etmeye yönelik eğilimleri olduğunu söyler. Onu parçalama, içine girme. “Bunlar çok spekülatif şeyler” diyebilirsiniz, ama etnik temizliklere baktığınızda çok ilginç davranış kalıbı var, özellikle hamile kadınların karınlarının yarılıp içindeki bebeklerin çıkarılıp öldürülmesi mesela. Buna baktığınız zaman hiçbir politik kalıba da uymuyor, burada bireysel bir motivasyon söz konusu. Yani o kişiyi öldürmek yeterli olmuyor, karnı açılıyor, içinden çocuk çıkarılıyor ve o çocuk öldürülüyor. Bu cidden insanoğlunun çok çok altlarda yatan bir takım davranış şemalarının özel koşullarda ortaya çıkmasıyla ilgili.
AH: Bunu psikolojik savaşın da bir parçası olarak saymak mümkün mü? Çünkü şöyle bir şeyi de gözlemlediğimi düşünüyorum, doğru mudur tabii bilmiyorum, ama insanların özellikle sürü halinde, otorite altında bu tip işleri yapmaya daha yatkın hale geldiğini düşünüyorum. Çünkü burada hem sürü psikolojisi etken hem de aklın bir otoriteye aktarılması sebebiyle, bu tür şeyleri düşünmeden yapabilmek daha mümkün. Böyle bir bağlantı kurmak mümkün mü?
LK: Tabii bunların yapılabilmesi için olağandışı koşullar gerekiyor, bunları yapan kişiler canavarlar değil. Yani Almanya’da, Almanların büyük bir bölümü haberdardı toplama kamplarından ve Yahudilere yapılanlardan, ve buna ses çıkarmadılar. Bu adamların hepsi canavar değildi.
ÖM: Çok özel dil kodları filan kullanılıyor tabii ki orada da ve heryerde de aslında.
LK: İdeolojinin yaptığı şey bu, Almanya’da bir çok özürlü çocuğun anne ve babası, çocuklarının cennete gideceğini düşünerek onların yok edilmesini kabul ettiler. Yani ideoloji dediğiniz de biraz bu işe yarıyor. Sizin söylediğiniz durumda, bir tür şiddetin kodifiye edilmesi de var. Aslında benim değinmek istediğim nokta o, yani nasıl katiller kahraman olur?
AH: Bunun olumlu ya da olumsuz olarak adlandırılması, kodlanması.
LK: Evet. Özellikle değineceğim nokta, siyasi iktidarların, ideolojilerin, bu konuda son derece iki yüzlü olmaları; yani şiddeti, kendilerinin belirlediği şekilde kullanıldığında kahramanlık olarak vermeleri, ama onların onların onaylamadığı şekilde kullananlara “katil” denilmesi. Böyle durumlarda en riskli grup hangisi? Yine gençler oluyor, çünkü gençlerin şöyle bir sıkıntısı var; -Türkiye’nin özel koşullarına da değineceğim-, her genç çocukluktan yetişkinliğe geçerken bir yetişkin olarak kendine bir kimlik oluşturma durumunda. Bunun ilk kavgası anneyle, babayla verilir, “sen bilmiyorsun, sen etmiyorsun” diye, klasik kuşak çatışması şeklinde. Bazı toplumlar bu bakımdan özellikle risk altında. Hangileri derseniz, anne babanın otorite konumlarını kaybettiği toplumlar, ki Türkiye’de bu zamanlarda bunu sık görüyoruz. Örneğin babaların işsiz olması, babaların işsizlik ya da bir takım ruhsal problemler nedeniyle otorite olma ve değer aktarma konumunda olmaması. Böyle bir şey olduğu zaman, genç dışarıda kimlikler arıyor. Bunun en doğal şekli, kendine örnek olarak bir sanatçıyı seçmek, bir futbolcuyu seçmek. Fakat bir taraftan da konfeksiyon kimlikler var, yani toplu halde hazırlanmış kimlikler. Bunlar bireysel kimlikler değil, seri üretim kimlikler. Beni en çok düşündüren bu. Hrant Dink’in öldürülmesindeki sisteme baktığınız zaman, cidden orada işsizliğin çok yoğun olduğu, bütün gençlerin internet kafede toplandığı bir ortam görüyorsunuz. Gelecek diye bir şey yok, bireysel bir kimlik yok, o zaman bu karikatür kahramanlar ortaya çıkmaya başlıyor. Bu çok tehlikeli. Henüz bizde büyük şehirlerde görülmüyor. Bizde zaten dikkat ederseniz, okuldaki şiddet, bireysel şiddetten biraz daha farklı; daha çok eğitimle ilişkisi kesilmiş olan çocuklar, eski okullarına gelip okulun çevresinde küçük çeteleşmeler oluşturuyorlar.
ÖM: Mesela Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamında da çok benzer bir durum vardı. Hrant Dink cinayetinin yeşermesine yol açan ortamla çok benzerlikler görüyorum, ama bu tabii hariçten gazel okumak gibi oluyor. Orada da aynı tipte gençler var ve büyük bir işsizlik, bunalım var. Çok ağır bir şiddet yaşandı Malatya’da da. Uzun süredir bu kadar yoğun bir şiddet duymamıştım.
LK: Tabii orada bir başka boyut daha işin içine giriyor. Bunların tabii ki politik arka planları da var. Onları biz bilemiyoruz.
AH: Bireye ait kişisel, kişilik özellikleri belki burada öne çıkıyor olabilir bir miktar.
LK: Evet, o da olabilir, o konuda da bir fikir yürütmek zor, ama burada dikkati çeken ‘öteki’nin nasıl tanımlandığı. Bu gençlerin şiddet eğilimini kullanan politik güçlerin burada kullandıkları yöntemlerden biri de ‘öteki’ni tanımlamak. Çünkü kahraman ona göre belirlenecek; “düşman kimdir?” Düşman bir rahip olabilir, başka dinden biri olabilir, başka inanıştan biri olabilir. Buna göre de şiddetin dozu, öteki ne kadar yabancıysa o kadar artıyor. Dikkat edin, bir takım cinayetler silahla işlenir, uzaktan, kurbanla yakın temas yoktur, bazılarında kurbanla yakın temas vardır, kanı akıtılır.
ÖM: Misyoner cinayetinde olduğu gibi... Malatya’da olanlar hakkında akıl almaz şeyler okuduk, yansıdığı kadarıyla o da.
LK: Ama orada sanırım tahripkârlığın daha alt katmanları işin içine giriyor. Yani uzaktan silahla vurmak başka bir insanı, bir de onun sıcaklığını, temasını, canlı olduğunu hissederek boğazını kesmek başka. Bu ruhun altında yatan çok daha arkaik, ilkel bir bir tabakanın ürünü. Bunu harekete geçirmek bu siyasetin elinde olan bir şey.
AH: ‘Gençlik’ ve ‘ergenlik’ diye bir tanım yapıyoruz, bu tanımla ilgili net değerler verilemeyeceğini biliyorum, ama genel olarak kaç yaş aralığından bahsediyoruz?
LK: Çeşitli tanımlar var, gençlik daha sosyolojik bir tanım, mesela Dünya Sağlık Örgütü, gençliği 25 yaşına kadar uzatabiliyor. Ergenlik daha tıbbi bir tanım, ergenlik bedendeki değişikliklerle başlıyor, ki bu aşağı yukarı 11-12 yaşa denk geliyor. Kızlarda ve erkeklerde biraz farklı oluyor ve ülkelere göre de farklı yaşlarda oluyor, mesela sıcak iklimlerde daha erken, soğuk iklimlerde daha geç oluyor. İki farklı kavram var; ‘gençlik’ daha sosyolojik bir kavram ve geniş bir yaş yelpazesine yayılıyor, ‘ergenlik’ daha sınırlı, püberteyle başlıyor, ne zaman bittiğini bilmiyoruz, bazen yetişkinlikler de ergen olarak yaşamaya devam ediyorlar.
AH: Ben şundan dolayı sordum; okullarda şiddetle ilgili çok ciddi haberler okuyabilmek mümkün, ama 17-18 yaşında liseden çıkan bu çocukların erkek kısmı 19 yaşında eline birer tane tüfek alıp askere gidiyor ve orada şiddetin çeşitli biçimleriyle eğitim olarak da yüzyüze geliyorlar. Aslında işin bir kısmını saklayıp bir kısmını daha fazla öne çıkararak medyanın yarattığı bir başka sıkıntı var mı?
LK: Okulda şiddete dönersek, önce Batı ülkelerine bakalım: Eric Debarbieux’nun ısrarla vurguladığı bir şey var; Amerika’da istatistikleri çıkarmış, 1960’lardan 2000’lere kadar tüm okulşarda bu tür olaylarda ölen kişi sayısı 177. O tarih içinde okul dışı cinayetlerde ölen genç ve çocuk sayısı bunun 100-150 katı, intihar edenler çok daha fazla.
ÖM: Bu tabii göze çarpıyor onun için bilebiliyoruz, yoksa görünmeyen kısmı çok büyük, iceberg gibi.
LK: Türkiye’de okulda öldürülen genç sayısına bakın, bir de polisin öldürdüğü genç sayısına bakın; çok ciddi fark var. Türkiye’de genç intiharları konusunda kimse konuşmuyor.
ÖM: Bu konuda veri var mı?
LK: Türkiye’deki genç intiharları konusundaki verilere Dünya Sağlık Örgütü güvenmiyor, belli ülkelerin verilerine güvenmiyor; çünkü bizde intiharlar genellikle intihar olarak bildirilmiyor dini nedenlerle, ya bir kazaya ya bir hastalığa yoruluyor. Varoşlarda intihar eden bir gencin ölümü haber olmuyor, ama okulda biri birini öldürürse haber oluyor. Şiddetin bir başka yönü de kendine yönelik şiddet, bu insanların ilgisini çekmiyor.
AH: Bu belki de kaçmak istediğimiz, uzak durmak istediğimiz bir alan.
LK: Evet o çok daha fazla rahatsız ediyor, çünkü normalde bizim de yaptığımız en başından beri şiddeti mümkün olduğu kadar dıştaki nesnelere yöneltmek. Bize yönelmesi çok tehlikeli olabilir. Zaten ‘öteki’ne yöneltmekle tahripkârlığımızla başa çıkıyoruz en baştan beri.
AH: Bir de kültürle bağlantısı olabileceğini düşündüğüm bir başka sorum var, Samoa yerlilerinde, ergenlikle ilgili psikolojik değişikliklerin çok fazla yaşanmadığı gözleniyor örneğin. Bir çatışma durumu, şiddette eğilim vs. yaşanmıyor, yetişkinliğe doğru geçişin bedensel olarak yaşandığı, ama psikolojik olarak yaşanmadığı bir toplum yapısı var. O zaman, kültürün ciddi anlamda etkili olduğu söylenebilir mi?
LK: Tabii ki kültürlere göre değişiyor, Samoa yerlilerinin ne kadar kapalı bir mikrokozmozda yaşadıklarını bilmiyoruz, ama bir dönem Malinovsky’nin, Trobriand yerlileriyle ilgili tespitlerinde de belirtildiği üzere, cinsel davranışların aşırı kodifiye edilmediği toplumlarda gelişim biraz daha farklı olabiliyor. Tabii ki diğer tarafta da geniş bir kesim var, Samoa yerlileri gibi doğada yaşamayan... Şiddet sadece medeniyetin ürünü değil, zaten muhtemelen başından beri, medeniyet dediğimiz şey, bu şiddeti, tahripkârlığı bir şekilde simgelere bağlamak, yani Freud’un o ‘kulturarbeit’ dediği medenileşme dürtülerinin anlık doyumlarından daha çok sembolizasyona doğru gitmek.
ÖM: Son derece karmaşık ve önemli bir konu bu ve zaman darlığı da yine bizi sıkıştırıyor diyebilirim. Siz de Eric Debarbieux’nun kitabındaki önsözünüzde de belirtmişsiniz. “Ülkeler arasında ve ülke içindeki giderek büyüyen gelir dağılımı farklılıkları, hatta uçurumları, bu şiddeti çok arttırıyor. Su yüzüne çıkmayan, çeşitli nedenlere medyaya da pek yansımayan okullardaki çeteleşme, haraç ve taciz olayları ve okulda şiddetin ülkemize özel tezahürleri olduğunu da gözönüne alırsak, bu konuda Batılı ülkelerden geri kalmadığımız düşünülebilir,” diyorsunuz.
LK: Milli eğitimin durumu ortada, orta öğrenimden yüksek öğrenime geçişteki sıkıntılar ortada. Bir ülkede 1 milyon gençten sadece 100 bin’i için ileride ülkenin belirlenmiş koşullarıyla bir meslek sahibi olma imkânı var. 900 bin’i işsiz olacaksa bu insanların, nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduklarını anlamak çok zor değil. Şimdi bir sessiz çoğunluk var liselerde. Bu gençlerin bir kısmı zaten baştan biliyorlar, üniversiteye giremeyeceklerini, hiçbir şekilde onuları bekleyen bir gelecek de yok. Benim en çok merak ettiğim, bu seçimlerde ilk kez oy kullanacak olan gençlerin tercihi ne olacak? Görünürde bu gençleri şu an için devşiren politik formasyon yok. Eskiden belli partilerin gençlik kolları vardı, gençleri devşirmeye çalışırlardı ve bu lise düzeyindeydi. Şu an için o geçerli değil. Fakat patlamaya hazır bir potansiyel var. Ortaokulların, liselerin çıkışlarında, kapılarının önüne gidin, o gençlere bakın, hepsinde öfke var. Neye öfke? Mesnetsiz bir öfke, kendileri de bilmiyor bunu ama dehşet bir umutsuzluk var. Bazılarının sandığı gibi bu maneviyatla falan da halledilebilecek bir şey değil, çünkü artık çocuklar herşeyden haberdar, her türlü tüketim maddesini görüyorlar, ulaşamıyorlar.
AH: Toplumsal olarak nerede olduğunu çok iyi tanımlayabiliyor aslında sınıf anlamında.
LK: Evet sınıf atlama umudu da yok.
ÖM: Bir de bu korkunç reklamlar furyasıyla da pek çok şeye de ihtiyaçları olduğunu sanan insanlardan oluşan bir kitle bu üstelik.
LK: Pek basına yansımıyor, çok ilginç şeyler oluyor aslında. Geçtiğimiz senelerde Bakırköy’le Bahçelievler arasında bir sokak kavgası oldu; görünürde kız meselesiydi, ama 200-300 genç başka bir mahalleyi bastı. Ortada hiçbir politik formasyon yok, yani bu gençler hazır, “bizim mahallenin kızına laf atmışlar” dendiği an, bir anda hepsi biraraya geliyorlar ve öbür mahalleyi basabiliyorlar.
AH: Kahramanlık için ele geçen nadir fırsatlardan biri herhalde bu çünkü.
LK: Ya da kendini ifade edebilmek için, “ben” diyebilmek için. Tabii “ben” diyebilmek bu kadar kolay değil, “biz” demek daha kolay oluyor. Bunun bir başka boyutunu futbol taraftarlığında da çok sık görüyoruz. Yani bir anda birbirine düşman kesilebiliyor insanlar. Özellikle futbol, Türkiye’de çok iyi kullanılan bir alandır, siyasi iktidarların kullandığı bir alandır. Güney Amerika’da da aynı şey vardır. Tahripkârlığı, şiddeti, rekabeti bir alanda sıkıştırıp kontrol etmek için...
AH: Bu da bir kodlama yöntemi.
LK: Toplumsal muhalefet.
ÖM: Bir de, “önlem olarak ne yapabiliriz?” sorusu da insanın aklına geliyor şimdi.
LK: Biz mesleğimiz gereği, hekim olarak reçete veriyoruz, ama reçete verilmeyecek alanlar insanların bireysel meseleleridir, orada reçete veremezsiniz, çünkü her kişi çok özeldir. Bu reçete ile çözülmüyor. Peki en çok risk nerelerde? Erken dönem duygusal yoksunluğu olan ve bu ortamda yetişen çocuklar şiddetle olan ilişkilerinde biraz daha esnek davranıyorlar. İkincisi aile yapısının dağılması, yani, kasıt annenin, babanın onurlu bir birey olma statülerini kaybetmeleri. Bu da en sık göç ve işsizlikle birlikte ortaya çıkıyor. Yani aslında “ne yapılması gerekir?” sorusunun cevabı doktorlarda değil politikacılarda. Bir tür besi yeri gibi, işsizliğin olduğu, göçün olduğu yerde, kaçınılmaz olarak ilişkiler çözülüyor, bireyler kendilerini kayıp hissediyorlar ve çok kolaylıkla şiddete yönelebiliyorlar, özellikle de gençler.
ÖM: Daha bugün Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber vardı, göçün müthiş arttığına dair.
LK: Biz bunu hastanede çalıştığımız için günübirlik olarak da görüyoruz, yani yolunu kaybetmiş insanlar var, onlara yardım etmeye çalışanlar var, sosyal yardımlar filan var, ama bir de şunu düşünün, sosyal yardımla yaşayan bir ailede yetişen çocuk için değer sistemi nereden gelecek? Bizde çok önemlidir eve ekmek getiren baba, bizim kültürümüzde bir baba eve ekmek getirmiyorsa -belki pederşahi filan gibi gelecek ama bu bir gerçek- o babanın o çocuğu kontrol etmesi çok zor, o çocuk başkalarının kontrolüne geçer kolaylıkla.
ÖM: Saygı da duymayacaktır çocuk tabii.
LK: Evet.
AH: Saygıdan çok ekonomik otorite herhalde çok basit, parayı nereden alıyorsan oraya da sadık kalmak durumundasın.
ÖM: Bir de saygıyı da yitirecektir değer olarak, “beceriksiz” olarak görünecektir yani.
LK: Örnek alınabilecek biri değil. Bunun yanında son zamanlarda çok yaygın olan mafya ideali var. Türkiye’deki gençliğin ideali bu. Tek marifetleri şiddetle bir yerlere gelmek olan kişiler. Medya bunları pompalıyor pompalıyor, sonra bir genç eline silah alıp kendince küçük mafya tarzı davranış yapmaya kalktığı zaman da bu olay oluyor. Burada da bir ikiyüzlülük var.
ÖM: Levent Kayaalp, hakikaten çok teşekkür ederiz, vakit gerçekten dar geliyor bu son derece karmaşık ve derinlikli olan konuda. Okulda şiddetten çıkarak Türkiye’nin gençliğinin kendine bir yol bulabilme imkânları üzerinde birazcık konuşma fırsatı bulduk. İleride bunun üzerinde daha uzun duracağız. Ciddi bir risk altında olduğumuz aşikâr herhalde. Son bir şey söylemek ister misiniz?
LK: Bu konuda bizim konumumuzdakilerin söyleyecekleri şeyler çok kısıtlı, biz daha çok söylüyoruz, yapmak durumunda değiliz. Bana da bu konuda konuşabilme fırsatı verdiğiniz için size çok teşekkür ederim. Özellikle de bu tür olayların bir tüketim malzemesi gibi gündeme getirilip sonra anında unutulması çok rahatsız edici. Almanya’daki olay unutuldu, artık kimse konuşmuyor. Belki yapılabilecek olanlardan en iyi şeylerden biri de bu konuları illa da sansasyonel olayları beklemeden gündemde tutabilmek ve bunun üzerinde düşünebilmek.
(24 Mart 2009 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)