Psikolojik yardım almak ile ilgili modası geçmiş önyargıların azaldığını görmek ümit verici. Aldığı klasik psikoloji eğitimini kadim şifa sanatları ile harmanlayan uzmanlara ulaşabiliyor olmak da öyle.
Uzman Psikolog Merve Otçeken de çeşitli ekolleri bir araya getirerek ergen ve yetişkinlere hizmet eden bir terapist. Kendini mesleki birikimi ve tecrübesinden önce, "keşfe açık, aşk dolu bir can" olarak tanımlıyor. İnsanlara aşkı ve şefkati hatırlatarak şifa yolculuklarında onlara destek olduğunu ifade ediyor ve bunu heyecanını hiç yitirmeden, kendi yolculuğunu hep gözeterek, özenle yapıyor. Terapi süreçlerinde hangi yöntemleri kullandığını, şifanın aslında ne demek olduğunu konuştuk...
Merve Otçeken kimdir, kendini nasıl tanımlıyorsun?
Yaşamı merak eden, keşfe açık, aşk dolu bir can olarak tanımlıyorum. En çok duyduğum hal, o "can" olma hali, şu anda insan formunda olan bir can. Mesleki tecrübelerimden önce de bildiğim şey şu; benim bir vazifem var, o da insanların kendilerine yaklaşmalarını, kendilerini kabul etmelerini, sevmelerini kolaylaştırmak. Onlara bu yolculuk sırasında bazen rehberlik, bazen yoldaşlık etmek ama en çok aşkı hatırlatmak.
Bunun için insanlarla birebir çalışmalar yapıyor ve farklı terapi yöntemleri kullanıyorsun...
Terapi, yoga, tasavvuf, reiki, eğitimler, danışmanlıklar; şifanın birçok yolu var. Ama en çok bunu birebir temasla sağlıyorum. Bunun için illa danışanım olman gerekmiyor. Tanışmış olmamız yetiyor.
Serde şifacılık var ve sen bunu durduramıyorsun, diyebilir miyiz?
Öyle de diyebiliriz! Aslında öyle olsun diye de yola çıkmadım, o bir kaynak, bana ait değil, bu da tam olarak ben değilim zaten. Fakat böyle de bir yol var, ben de o yolda yürüyorum. Bunun için yaptığım şeyse sadece orada mevcudiyetimle bulunmak. Açık bir şekilde, samimiyetle, dürüstlükle sadece orada bulunmak.
Bu sayede şifaya kanal olabilmek belki...
Evet, temiz bir ayna olmak. Çünkü aslında sadece temiz bir aynaya bakarak kendini açıklıkla ve dürüstlükle görebilirsin. Benim olayım, dokunabileceğim, tanışabileceğim canlara temiz bir ayna rolü üstlenmek. Bu temiz aynaya baktıklarında bazen hoşlandıkları, bazen hoşlanmadıkları şeyleri görüyorlar ve bu çok şeyi değiştirebiliyor kişilerin hayatlarında. Şefkatin ta kendisi olup şefkati sunabilmek de çok önemli.
Bu çağrıyı ilk nasıl hissettin peki?
Küçük yaşlardan beri hissediyorum. Bana neyin sunulmadığının üzerinde düşünerek bedenimi takip ederek bulduğum bir şey bu; kabul ve şefkat özellikle. Evet, hep entelektüel anlamda beslenmeyi, okumayı seven, araştıran biri olarak devam ettim ama en önemlisi merak ve gözlem yeteneğim çok gelişmişti. Daha on yaşındayken merak ettiğimi hatırlıyorum: Neden bazı insanlar daha rahat, daha mutlu gözüküyor, daha güzel gülümsüyor? Daha gevşemiş, gözleri pırıl pırıl, gözlerinin içi gülüyor; bu insanlar neyi farklı yapıyor? Niye bazıları öyle değil, mutsuz, kambur, gergin? İşte, bu merak beni psikolojiye doğru götürdü. Davranış ve ruh bilimi, bunları birleştiren psikoloji ilmi; bu topraklarda tasavvuf da anlatıyor bazı merak ettiğim şeyleri. Bunları birleştirdiğim bir yaşam yolculuğuna devam etmiş oldum.
Bahsettiğin "temiz ayna olma hali" de çaba gerektiriyor. Kendi üzerinde de bir çalışma gerektiriyor...
Çok! Yoğun, derin, kaçamayacağın düzlemde, hiç aklına gelmeyen istikrar, zaman ve bütçe gerektiren bir çalışma gerektiriyor hem de.
İnsanlara destek olan, şifa süreçlerini kolaylaştıran kişi olarak danışanlarından daha fazla çaba göstermen gerektiği oluyor mu?
Kesinlikle. Bir kere acıdan kaçmayan, korkmayan, zorluklar karşısında yılmayan, merak duymayı sürdüren, içgüdüyle motive olan, meraklı, gözlemci ve gelişim bilgisi olan, gelişime merak duyan biri olmak çok önemli. Bu senin travman olup olmamasıyla ilgili değil, travması olmayan biri zaten yok. Ama bunları bir mozaik halinde, bir sanat eseri olarak kullanmak var, bir de hiçbir şeye benzemeyen bir vaziyette dağılmış olarak kullanmak var. Aslında benim yapmaya niyet ettiğim şey, o tuhaflıklarımın, farklılık ya da benzerliklerimin bir harmanı içerisinde birleşmesini sağlamak ve bunun doğallığını fark edip kabul ederek yaşamak, bu halle de insanlara bir parça ilham olmak, bir parça da alıp vermek. Beni hayatta en çok besleyen şey de bu. İlham almak ve ilham vermek. Bazen dengede olamayışını da kabul etmek. Dengen için neler gerektiğini fark etmek, hep o bilinci açık tutmak...
Aslında uyanık olmak.
Ve bu çok zor, çünkü uyku daha kolay ve pratik, üstelik maliyetsiz. Ama uyanık olmak öyle değil. Bazen ödül, bazen ceza gibi bir şey. Çünkü uyanık olmayan insanların arasında da varlığınızı sürdürmeniz gerekebiliyor. Bu yüzden meslek hayatıma baktığımda, terapi odasında çok faydası olduğunu görüyorum. Fakat günlük hayatta zorlukları da çok. Bu zorluklarla baş etmeye niyetli biri olmak gerekiyor temiz bir ayna olmak için.
Peki hangi aşamada daha çok insanların terapiyi tercih ettiğini, sana gelmeyi seçtiğini görüyorsun?
Son ana kadar bekliyorlar. Hani, çok dişin ağrıdığında gece 3’te diş hekimi aramak gibi. Oysaki 6 ayda bir gidip kontrollerini yaptırsan, dişlerin daha az çürür ve daha sağlıklı kalır.
Koruyucu sağlık mantığı...
Ben hep koruyucu sağlıktan yanayım. Bakışım bütüncül bir bakış açısı. Ruh-beden-zihin üçlüsüne çok inanıyorum, bu üçlü muazzam çalışıyor, birinde bir ayar farklılaşması oldu mu, diğeri hemen etkileniyor, duymayı ve doğru okumayı bilene, bütünlük gerçekten çok kritik önemde. Psikoterapide de öyle. Birçok terapistten farklı yaptığım ve başkalarına da ilham olmasını istediğim bir şey var: Önce ben fiziksel tahlillerini istiyorum, bazı vitamin, mineral, kan, hormon değerlerini görmek istiyorum. Çünkü birçok fizyolojik sebep, psikolojik sonuçlara neden olabiliyor. Mesela yataktan kalkmak istemiyorum çok yorgunum diyor biri... Belki vitamin eksikliği var! Vitamin takviye hapı çok daha ucuz. Veya beslenmeye bir parça daha dikkat etmek terapiden daha az zahmetli. Bunları eledikten sonra diğer şeylere bakmayı tercih ediyorum. Bu, karşılıklı güven ilişkimizi de pekiştiriyor.
Daha sonra nasıl bir yol izliyorsun?
Terapinin en önemli taraflarından biri de psiko eğitim. Nasıl kendimize destek verebiliriz, ruhsal sağlığımızı korumayı nasıl öğrenebiliriz... Terapistin yapacağı, öğreteceği en önemli şeylerden biri de budur. Ben bu süreçte bildiğim bütün teknikleri paylaşıyorum ve danışanımın mümkünse bana bir daha ihtiyacı kalmasın istiyorum. Arada bir gidişatını güncellesin, çünkü tanıştığım bir insanın vadem dolana kadar hayatımda olmasına özen gösteriyorum. Yani "geldi, hizmet aldı, gitti" gibi bir bakış açım yok, bu kişi artık benim dünyamda var. O istediği sürece de orada kalmaya devam edecek. Bu, haftada bir başlamış bir terapi seansı da olabilir ama haftada bir devam etmez, zaten sağlıklı ve güzel ilerliyorsak o süreler açılır, iki haftada bir gelir, ayda bir gelir, iki ayda bir üç ayda bir, hayatında önemli bir değişiklik olunca gelir, evlenir, boşanır, çocuğu olur... Çocuk büyütür, çocuğunun bir şeyi olunca gelir...
Bağlantıyı koparmıyorsunuz yani...
Hani eskiden bir aile doktoru olurdu, nesiller boyu o hayatta olduğu sürece aileye destek verirdi, onun gibi bir ruh sağlığı hizmeti vermeyi hayal ediyorum. Yaşam boyu. Ben oradayım, sanki sonsuz ve ebedi bir hayatım varmışçasına, buna inanmak istiyorum, zaten öyle olduğunu da düşünüyorum, öz ölmüyor, fiziksel beden varlığını tamamlıyor sadece. Ruh sağlığı çalışanı olunca bunlara daha da bir tanışıklığın artıyor. Ruhun ihtiyaçları, ne istediği, beklediği, arzuladığı... Bunlara da bir aşinalık arttıkça, daha huzurlu bir hayat oluyor.
Bu farkındalık belki de bu temiz bir ayna olarak kalma işini de kolaylaştırıyor senin için...
Kolaylaştırıyor fakat zahmeti şurada, iyi bir eş, iyi bir anne, evlat, dost olma halinden bir parça seni alıkoyuyor temiz bir ayna olmak.
Neden?
Çünkü temiz kalabilmesi için, başka insanların duygusal yüklerini daha az kendi üzerime almam gerekiyor.
Bu herkes için en sağlıklı olan değil mi zaten?
Evet ama pek uygulanan bir şey değil. Hastanede çalışan doktorların enfeksiyona en açık olması gibi. Senin günlük hayatta karşılaşabileceğin mikrop oranı ve cinsi ile her gün acilde olan bir hekimin riski aynı değil. Benim enfeksiyon riskim daha fazla.
Senin için enfeksiyon negatiflik mi, karanlık mı oluyor?
Değil, ben kendimi daha az kuvvetli hissettiğimde bundan etkilenecek insan sayısıyla daha farklı bir sektörde çalışan birininki farklı. O yüzden vazifemin sorumluluğunu da dikkate almam gerek. Bu, alkollü araç kullanmamak gibi. Benim de ruhsal olarak daha az enfeksiyon kapmam gerekiyor ki temiz bir ayna olmayı sürdürebileyim. Bunun için yakın ilişkiler biraz daha zorlayıcı olabiliyor. Çünkü yakın ilişkilerde savunmanız yok, bağışıklık orada çalışmıyor, orada direkt oradasınız çünkü tüm kalbinizle açıksınız. Neden aydınlanma yolcuları genelde yalnızlar? Ama bu durumun enfeskiyon riski barındırdığı kadar, kalbinizi büyütme ihtimali de var. O zaman tercih ediyorum bunu. Fakat terapiye gitmeyi de şart kabul ediyorum. Terapistin terapisi, herhangi birinin terapisinden çok daha kritik bir önemde.
Peki, hangi yöntemleri kullanıyorsun daha çok? Kendi harmanladığın yöntemler var mı?
Benim bakış açım, bahsettiğim gibi bütüncül ve varoluşçu. İnsanın işleyiş içinde bu dünya içinde en yüksek hayırda nasıl yaşayabileceğini -kendi ve çevresindekiler için- bunu merak ediyorum. Bunun için de varoluşçuluk, temel çalışma prensibim. Bunun uygulamaya dökülüş şekli de şu; burada ve şimdi ilişkimize odaklanıyorum. Benimle terapi odasında kurduğun güvenli, sevgi dolu ve şefkatli ilişki, hayata ve kendine güven, şefkat duymana yardım ediyor. Daha sistematik ve seni daha az terk edecek bir ilişki modeli, bu da güven duygunu çok arttırıyor. Çünkü insanlar çok tahmin edilir varlıklar değiller fakat terapist öyle bir canlı değil, tahmin edilebilir bir canlı. Bu da o kuvvetlenme esnasında konforlu bir ortam sunuyor. Yani şu kadarcık bir filizi doğal ortamda rüzgarın içinde bırakmak var, bir de onun etrafını biraz sarıp sarmalayıp iyice köklenene kadar korunaklı tutmak var. Terapi biraz böyle bir şey. Sen o kuvveti içsel olarak edinene değin biraz sarıp sarmalıyor. Kabuklarını da soyuyor. Eğer çok gerekmeyen düzeyde savunucu kabukların, zırhların varsa, onları da minik minik soyuyor. O yüzden biraz acıtıcı da olabiliyor.
Terapi sürecinin insanı biraz hassaslaştırabildiğini biliyorum, özellikle ilk zamanlarda.
Savunmalarını aldığı için ilk etapta hassas ve savunmasız hissetme hali doğal. Fakat tam da deneyimletmeye niyet ettiğimiz şey, kırılganlığının gücünü ortaya çıkarmak. Kırılmamak değil.
Zayıflıkları ortadan kaldırmak değil yani...
Kesinlikle değil. Senin nerelerde hassasiyetin olduğunu görüp ona uyumlu bir yaşam biçimi seçmen. Yani rüzgarı sevmeyen bir bitkiysen ve orası ayazsa artık orada olmamayı seçmen. İnsanın bitkiden farklı olarak böyle bir hakkı ve becerisi var.
Aslında "ihtiyaçlarını keşfetme süreci" diyebilir miyiz terapi için?
Evet, benim terapide yapmayı en çok sevdiğim şey, sevilememe ve sevilmeme ihtimalini sevmenin öğrenilmesi. Çünkü sevilmek ve onaylanmak için çok çaba harcıyoruz, kendimizi çok fazla zorluyoruz, istemediğimiz şeyleri yaparken buluyoruz. Bunun için belki baştan onay almamayı, takdir edilmemeyi ve sevilmemeyi göze alırsam, o zaman onlar için ekstra bir zorlayıcı deneyim içinde olmayacağım.
Peki, bunu göze almak ne demek? Oraya nasıl ulaşıyoruz?
Önce bununla yüzleşmek ve yas tutmak gerekiyor. Zamanında yeterince sevilmediğin için, küçükken, gerçekten ihtiyacın olduğu anda, sevgiyi stratejiler sonrası edinmeyi, yapıp ettiklerle elde etmeyi öğrendiğin için... Oysa varoluşun yeterliydi sevilmek için. Bunu hatırlatıyoruz. Bu varoluşu sevmeyi kişi kendi kendine becerebildikçe de diğerlerine de "tamam" diyebiliyorsun. Çıplak gözle görebiliyorsun. Bu çok üzücü bir şey oluyor ilk başta. Fakat bir yalnızlık getiriyormuş gibi, "terapiden sonra bana bir şeyler oldu, eski çevremi sevmez oldum" gibi şeyler olabiliyor. Bu, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Çünkü o eski çevre seni olduğun kişi olduğun için sevmiyordu, onların istediği kişi olduğun için seviyordu.
Bu ilacın etkisini gösterirken önce sarsması gibi...
Evet, önce bir yas süreci var, bir öfke süreci var, bir inkar süreci var. Sonra derin bir üzüntü ve keder aşaması da yaşanabiliyor.
Şifa sürecinde yası atlamak bize ne yapıyor? Yas tutmamak, yas sürecini atlamak gibi bir şansımız var mı?
Yası yok sayamayız, erteleyebiliriz. O, ne yapıp edip bizim karşımıza çıkıyor ve erteleyince de daha ağır bir şekilde çıkıyor. Hiç hazır olmadığın bir anda alabora etkisi yapabiliyor.
Sen yası nasıl tanımlıyorsun peki?
Yas benim için sadece fiziksel ölüm ya da bir şeyin kaybıyla ortaya çıkan bir şey değil. Bir beklenti var ve onun gerçekleşmemesi de bir yas sürecini beraberinde getirebilir. Ama umduğunla bulduğunun yaşanmadığı andaki tamamlanmamışlık hissinin getirdiği keder ve üzüntü gibi tarif edebilirim. Tabii ki psikolojide bir sürü tanımları var. Mesela, seni yeterince sevmemiş, belli koşullara bağlı olarak sevmiş bir annen var. Ona çılgınca öfkelenmen lazım ilk etapta ama anne ya, ona öfkelenmene izin vermiyor toplum. Özlediğin bir annelik, bir anne-çocuk ilişkisi var, görüyorsun, izliyorsun, ağlıyorsun... İşte, tam orada gelip sana diyor ki yas, "Gel, beni tut! Bak, yokum işte, önce beni gör, fark et, sonra olmadığımı kabul et." İşte bu yas, ağla, bağır ve fatura kes yeterince, geçmiş için. Suçlama değil bu ama bazı bedeller için fatura kesmek iyidir. Bu da geçmişe fatura vermek. O faturaları yeterince vermezsek onlar birikiyor, ödeyemeyeceğimiz bir hale geliyor. Sonra mecburen yastan kaçıyoruz, erteliyoruz süreçleri.
Ama güvenli bir yerde bunu yapmak da iyi bir fikir! Bu çözülme ne kadar sürüyor peki?
Konuya ve derinliğine, onun hangi dönemde, yaş aralığında deneyimlenmiş olduğuna bağlı olarak, kaydın yeniliğine veya eskiliğine bağlı olarak değişir.
Daha eski kayıtlar daha mı zor çözülüyor?
Biraz. Çünkü çok daha uzun süre ona maruz kalmış oluyor kişi, nakış gibi işlenmiş oluyor. O işlemenin, o dikişlerin açılması biraz daha zaman alıyor. Ama yine de zor diyemem, kişi hevesliyse ve kendini gerçekten doğal ve öze en yakın halini deneyimlemek istiyorsa, hiçbir şey kolay da değil o kadar. Bu şunun gibi, karın kaslarım olsun istiyorum ama hiç egzersiz yapmak istemiyorum. Öyle bir şey yok! Terapi de bunun gibi. Ben harika hissetmek istiyorum, huzurlu olayım istiyorum, sonsuz bir coşku ve mutluluk hali istiyorum...
Ama terapistim beni üzmesin istiyorum!
İşte öyle bir şey yok. O acı verici süreçlerin altında aslında nasırlaşmış yerler var. O nasır boşuna oluşmuyor; o, harika bir koruyucu bir katman, bir tasarım. O katman katılaşarak seni daha çok acımaktan koruyor. Fakat artık daha konforlu bir şey giymeyi seçersen artık o nasıra gerek kalmayacak, çünkü örselenecek bir katman kalmayacak. Terapi de bunu sunuyor aslında. Yapılan en büyük "yanılgı" ya da beklenti hatası, aynı insanlarla yeni oyun oynamaya çalışmak. Yok, oradan o ekmek, o köfte, o uyum çıkmayacak. Ama ben değiştim ve bütün dünya değişti, elbette, ısrar etmezsen aynı insanlarla o oyunu oynamaya, tablo değişiyor.
Terapi süreci hayatımızda bize zarar veren ilişkileri keşfetmek için de faydalı değil mi?
Diyelim ki evinizi tertemiz yaptınız ama çamurlu ayakkabılarıyla birileri yine içeri giriyor. Siz orayı temiz tutmaya niyetlisiniz. O zaman ayakkabılarını dışarıda çıkarmasını rica edersiniz. Hayır ama kalbinin ortasına tekrar alışkanlıkları sebebiyle o çamurlu ayakkabılarıyla girmeye çalışan kişiler olabiliyor. Burada sınır koymak devreye giriyor işte.
Aslında şifalanma sürecindeki en önemli şeylerden biri, sınır koymayı ve sınırların içini temiz tutmayı, temizledikten sonra temiz kalmasını sağlamayı öğrenmek oluyor...
Evet! Terapiye gitmeyen diğer insanların yansıtmalarını, senin hakkında düşündüğü ve aslında seninle ilgili olmayan şeyleri almamayı öğrenmek... Ben sana "bencilsin" diyorum, oysaki ben bencilim. Ama senin bu döngüyü anlaman için kendinin bencil olmadığını kavramış olman gerekiyor. Neye istinaden bunu ilan edeceğiz "Evet; bu, bencillik değil" diye? Bencillik bir yere kadar doğru bir şey, evet, sağlıklı olan bu, kendinden başlamak, kendi ihtiyaçlarını doyurmak ama bu tabii bazı rollere göre değişiyor, terapi de bunu temiz bir ayna olarak sana gösterebiliyor ne kadar bencil olup olmadığını. O zaman diyebilirsin ki, "Şu an bana kendi fikrini ve halini gösterip yansıtıyorsun ve ben bunu satın almıyorum." Bunu diyebilmen için terapiye gidiyor olman lazım. Ama bu senin hakkındaki hikaye o kadar birçok kişi tarafından destekleniyor ki, sen de kendini öyle biri sanmaya başlıyorsun. Ta ki, kendine yakından temiz bir ayna ile bakana kadar. O yüzden terapiye çok kıymet veriyorum ben. Sabotajcılarını fark etmeni de sağlıyor.
Herkes kendisi ile ilgili birkaç kötü özellik sayabilir ama aslında hiç yüzleşmediğimiz karanlık bir tarafımız illa ki var mı?
Henüz orayla yüzleşmemişizdir ama vardır. Daha radikal anlarda ortaya çıkar bu. Canın tehlikedeyse hiç yapmayı düşünmediğin bir şeyi yaparken bulabilirsin kendini. Seni bir ayı kovalarken, doğada ayıya zarar vermeyi düşünebilirsin günlük hayatta bir hayvana zarar vermeyecek birisi olsan da. Veya toplumda kabul görmediği için bazı duygularını bastırıyor olabilirsin ve duyguları bastırmak çok ciddi enerji tüketen bir şey. Bastırmak, çok kuvvetli bir savunma mekanizması ve bazen toplumda gerçekteki ihtiyaçlarımızı ciddi biçimde filtresizce bastırabiliyoruz. Bu da daha ciddi bir karanlık doğurabiliyor. Duygularımızı bastırmak yerine onları görmemiz ve kabullenmemiz gerekiyor.
"Aslında, olanı olduğu gibi görme ve kabul etme becerisi geliştirdikçe, bu beceriyi güçlendirdikçe şifa sürecini kalıcı hale getirmek daha mümkün oluyor" diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Bunu çok sevdiğim Işık Yazan sık sık dile getiriyor çalışma grubumuzda, “Olan, olmakta olan ve en hayırlı olandır.” Buna hiçbir şey yapmamıza gerek yok, orada öylece bulunmamız yeterli. Gözlemci olarak, tam da içine girerek değil, biraz geride, birkaç basamak geride durup ne yaşanıyor diye bakmak. Bazen çok yakından bakınca görmüyorsun ne olduğunu.
Olanı gördükten sonra, görmeyi öğrendikten sonra nasıl bir mekanizma işliyor?
Oradan sonrası da aynen devam etmek... Bazı öğretiler buna telaşsız çaba diyor, bazıları çabasızlık diyor. Yani akışta kalmak becerisi. Şu an çok denk düşüyor üzerinde çokça çalıştığım, dikkat verdiğim bölüme. O kadar da bir şey yapmamız gerekmiyor bazen, yapma çabamız bazen akışa engel oluyor, zaten olmakta olan olacak, biz aradan çekilirsek. Kendiliğindenliğin artması bence kıymetli.
Neticede bütün çareler kişiye özel. “Öfke sorunun varsa şunu yap geçer” diyemiyoruz yani insanlara...
Öfkeye getirdiğin çok iyi oldu, çünkü kültürümüzde öfke çok kabul gören ve ifade edilmesine izin verilen bir duygu değil. Oysaki çok kıymetli bir işaret öfke. Öfkeyi nasıl bir davranışa dönüştürdüğümüz, aslında onaylayabileceğimiz ya da onaylayamayacağımız bir şeyken, duyguları filtrelemek çok sakıncalı bir şey. "Bunu hissetmemeliyim" diyen çok insan dinledim. Oysaki içeride varsa, o duygu mutlaka karşına çıkacak.
Öfkeyle baş etmek için öfkeyi yok saymak çok zararlı bir yaklaşım da olabiliyor.
Kesinlikle. Öfkeyi işlevsiz bir şekilde dışarı vurmadan içeri yönlendirmek büyük bir bedensel hasara neden oluyor, büyük hastalıklarla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Gabor Mate’nin kitabında da bahsettiği gibi, beden hepsini tutuyor. Ben Gestalt yönelimli, beden odaklı terapiler yapıyorum, bedenin kayıtları ve söyledikleri üzerine. Bedeni konuşturarak, kelimeleri değil de, kelimeler üzerinde bedenin ne söylediğini konuşturarak terapiler yapıyorum, çok enteresan şeyler çıkıyor. Öfke görülmek istiyor, duyulmak istiyor. Orayı kapatırsak daha tehlikeli durumlara neden olabiliriz.
Aslında bütün duygular görülmek istiyor ve onları görüp duymadığımız zaman çocuk gibi sağa sola zarar vermeye başlıyorlar.
Evet! Inside Out filminde hani, mesela her renge yer varken Joy (Neşe) karakteri hepsini derleyip toplamaya çalışıyor. Oysa üzüntüye biraz yer açıldığında bize ne kadar kıymetli şeyler verdiğini, sosyal destek gibi ihtiyaçları ne güzel karşıladığını görüyoruz. Tabii ki hoşnutluk, sevecenlik ve şefkat daha fazla hayatımızda olsa, memnun oluruz. Kimse öfkeli olmaya bayılmıyor. Fakat öfke ve üzüntü de en az mutluluk kadar kıymetli. Esas olan burada oranı ayarlamak. Köri sosunu bütün yemeğe boca etmek var, biraz koyup yemeği tatlandırmak var. Şimdi neşe ve sevinç de öyle. Hep neşeli ve sevinçliyken, bazen gelen tehditleri göremez hale gelebilirsin. Bu da kritik bir şeydir. Bu yüzden tüm duygulara elimizden geldiğince yer vermek gerek. Duygu kartları var, mesela, artık çeşit çeşit duygunun yazılı olduğu. Arada onlara bakıp bu duygu nedir, ben bunu ne zaman hissederim, kiminleyken hissederim diye gözden geçirmek gerekiyor.
Şiddetsiz iletişim felsefesini okuduğumda duyguları tanıma konusunun daha ilkokullarda işlenmesi gerektiğini düşünmüştüm!
Duygu okuryazarlığı bunun adı. Elimden geldikçe, hayatım boyunca üzerinde emek vereceğim bir alan.
Aslında şifa sürecinin de en önemli aşamalarından biri.
Evet. Fark et, park et! Bazen fark ettiğini park et, kenara koy, kenara koyduğunu da fark et ve devam et.
Biraz beyin de öyle çalışmıyor mu, tetik nokta masajında olduğu gibi? Beyin ona bir sorun olduğunu açıkça gösterdiğimizde gerisini hallediyor...
Olanın olması için aradan çekilmeyi öğreniyoruz.
Çünkü aslında sistem mükemmel bir şekilde çalışıyor değil mi?
Tüm kalbimle inanıyorum!