Dr. Hasan AYDINLI, Sızıntı Dergisinde Şiddet olgusunu Psikolojik ve Dini açıdan ele aldığı maklesinde şiddeti önleme konusunda sosyal kurumların işlevleri konusunda önemli tespitler yapıyor. Sızıntı Dergis'nin Ocak 2010 sayısında yayımlanan "İnsan ve Şiddet" başlıklı makalenin ayrıntıları şöyle:
"Her zamanki gibi akşam haberlerini seyreden Ahmet Bey'in her haberle mutsuzluğu biraz daha artıyordu. O akşam duyduğu bir haber, endişelerini daha da artırmıştı. Bir kişi cinnet geçirmiş ve evdeki herkesi öldürmüştü. İnsan nasıl bir hâlet-i rûhiye ile sevdiklerine bu şekilde zarar verebilirdi. Acaba insanlar neden suç işliyordu? Bu kadar canavarca hâdiseler nasıl ve hangi sebeple vuku buluyordu? Bunları düşünürken evdeki küçük çocuğun sesiyle irkildi. Elindeki tahta parçasını kardeşine doğru tutup ateş eden bir kişiyi taklit ediyordu... 'Ateş! Öldürdüm! Yaşasın!' gibi sözler Ahmet Bey'in endişelerini daha da derinleştirdi."
Ahmet Bey'in yaşadıkları birçoğumuz için sıradan şeyler hâline gelmiş olabilir. Cemiyeti teşkil eden fertlerin suça ve şiddete meylinin ne derece arttığı, her gün şahit olduğumuz farklı hâdiselerle tescil ediliyor. Şiddetin insanın ruhî yapısına tesirleri ve hangi psikolojik yapıdaki fertlerin şiddete meyyâl olduğu sürekli tartışma konusu olmuştur. Önceki yüzyıllarda insanların yüz hatları ile şiddete meyilleri belirlenmeye ve suçun önüne geçilmeye çalışılmıştır. İnsanın suç ve şiddet karşısında düştüğü zor durum, bu hususun psikoloji, sosyoloji, hukuk, psikiyatri ve adlî tıp açısından değerlendirilmesine yol açmıştır. Ancak günümüz sosyal bilimlerinin merkezi durumunda olan Batı'da ilkokullarda bile şiddetin önüne geçilememiş; dolayısıyla Batı'nın beslendiği kaynaklar suç ve şiddeti önlemekte aciz kalmıştır. Medeniyetlerin beslendiği değer hükümlerinin insan fıtratına tesir ettiği, dolayısıyla bazı değer hükümlerinin şiddeti ortadan kaldırdığı veya onun ortaya çıkış şeklini değiştirdiği bugün herkesçe kabul edilmektedir. Bu mevzuda yapılan araştırmalar, inancın ve mânevî değerlerin suç ve şiddeti azaltmada ne derece müessir olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Öfke, dinî literatürdeki karşılığı ile 'kuvve-i gadabiye', insan fıtratının bir parçasıdır. Öfkenin yoğunlaşmış hâli saldırganlığı ortaya çıkarır. Risale-i Nur'da bu melekenin sınırlarının Yaratıcı tarafından serbest bırakıldığı ve bunun insanın mânevî olarak yükselmesine vesile olduğu belirtilmiştir. "Fakat insandaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni' tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz'-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur."1 Bu melekenin muhtemel bazı hikmetleri; ferdin kendini savunması, hakkını yedirmemesi ve yeri geldiğinde şerre karşı gücünü kullanması olabilir. Ancak bu melekenin sınırlarını aşacak bir mahiyet arz etmesi ve başkalarına haksız yere zarar verme ihtimalinin bulunması, fert ve cemiyet açısından risk taşımaktadır. Bedîüzzaman Hazretleri bu melekenin ifrat yönünün 'tevehhür' (olur olmaz her şeye sinirlenme, karşı durma); tefrit yönünün mala, ırza, mukaddesata yönelik tehditlere karşı bile tepkisiz kalma; orta yolunun ise 'şecaat' (yiğitlik ve yüreklilik) olduğunu vurgulamıştır. Orta yolun, pasif bırakmadan ve başkalarının sınırlarına tecavüz etmeden kişinin fıtrî bir duruş göstermesine vesile olduğunu belirtmemiz gerekir. Hem tevehhür, hem de pasif bir durumda kalma insan için fıtrî olmayıp, mutsuzluk ve stres getirmektedir. İnsanın fıtrî tutum ve davranışı, kişinin hakkını araması için normal olan davranışı sergilemesine vesile olur. Sınırlar aşıldığında ise, insan için neticeleri sıkıntılı olan davranışlar gerçekleşir. Bu açıdan orta yolun pekiştirilmesi eğitimde ve toplum terbiyesinde önemlidir; ancak bu durumda suçun ve gereksiz şiddetin önüne geçilebilir.
Başkasının hukukuna tecavüz eden ve şiddet ile başkalarına zarar veren kişilerin hâlet-i rûhiyesinin iyi tetkik edilmesi gerekir. Çabuk öfkelenen, öfkesine hâkim olamayan ve bu öfkeyi yoğunlaştırıp şiddete dönüştüren kişi, genellikle insanî hususiyetlerini kaybetmektedir. Şiddet gösteren kişi vicdan, akıl ve şuur melekelerinin kontrolünden çıkıp, içindeki kuvve-i gadabiyeyi yıkıcı bir şekilde dışarı vurmaktadır. Bu dışa vurma çoğu kere, nefsin kişiyi yanıltması ve nefse ağır gelen hâllerle kişinin kontrolünü kaybetmesi olarak düşünülebilir. Meselâ trafikte hata yapan kişiye uygun dille yol göstermek yerine, öfke yoğunluğu ile kavga, küfür gibi sözlü veya fiilî şiddet göstermek, kişinin akıl ve şuur çizgisinin dışına çıkarak, başkalarına zarar vermesine sebep olur. Bu gibi durumlarda kişi hâdiseyi nefsanî bir şekilde algıladığında, şiddet daha çabuk ortaya çıkmakta; akıl ve şuur, nefsin kontrolünü sağladığında ise, şiddet eğilimi azalmaktadır. Nefsanî bir hayat tarzının da öfke kontrolünü zorlaştırdığı görülmektedir. Kişinin karşılaştığı tehdit, nefsî olarak yorumlandığında ortaya çıkan davranış, şiddeti getirmektedir. İşlenen suçlara bakıldığında, bunların genellikle nefsanî bir arzunun neticesi olduğu görülür. Meselâ; gasp, tecavüz, öldürme, yaralama gibi hâdiseler, nefse hoş gelen bir maksada ulaşmak içindir. Bu gibi davranışlar, aklın, vicdanın ve şuurun zayıflaması ile ortaya çıkar. Kişinin nefsanî arzularını engelleyebilmesi için; akıl, kalb, şuur ve vicdan mekanizmalarını kuvvetlendirmesi gerekir. Bu konuda, İslâm ve diğer semâvî dinler, insanı terbiye eden, cemiyete yön veren çok mühim usuller ortaya koymuştur. Buna bağlı olarak, nefsî müdafaa ve harb gibi durumlarda bile, şiddete karşı çıkılırken nasıl bir tavır sergileneceği net sınırlarla belirlenmiştir. Akıl, kalb ve vicdan; iman, ibadet, itikat ekseninde yönlendirilmiştir. Dinî kaynaklar, insanın kuvve-i gadabiyesini terbiye ettikten sonra 'emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker' yapabileceğini vurgular.
Haram-helâl çizgisini bilmek, kul hakkına girmemek, başkalarına zarar vermemek gibi dinî-insanî değerler, suçun ve şiddetin önüne geçmekte, insan-ı kâmil olma yolunda fertlerin mesafe katetmesine vesile olmaktadır. Aklı, kalbi ve şuuru kuvvetli fertler öfke kontrolünde başarılı olmakta, yeri geldiğinde öfkesini yenebilmektedir.
Ferdî ve içtimaî hayatımızda, insanın fıtrat ve mahiyetine tezat teşkil eden şiddet ve suç çeşitlerinin arttığını görüyoruz. Aile hayatında, okullarda ve hayatın birçok sahasında farklı şiddet türleri görülmektedir. İnsanın hâlet-i rûhiyesine menfî tesir eden bu hâdiseler, günümüz insanının nefsanî hayat tarzını giderek artan bir şekilde yaşamaya devam etmesinden kaynaklanmaktadır. Egosu şişirilen günümüz insanı, sürekli 'ben' demekte ve buna karşı olan her şeyi tehdit olarak algılamaktadır. Bu algı kişiyi sürekli teyakkuz hâlinde tutmakta, kendini gösterme ve sunma gayreti içinde psikolojik hasara uğratmaktadır. Sürekli kendi menfaatlerini ve nefsanî isteklerini düşünen fertler ise, maalesef önce en yakınındaki kişilerle, sonra toplumla çatışmaya başlamakta; yeri geldiğinde de, nefsi için şiddeti kolaylıkla sergiler duruma gelmektedir. Egosunun baskısında kalan her fert, yaşadığı her olumsuzlukla biraz daha dolmakta ve sonunda cinnet mesabesinde taşkınlıklar sergilemektedir. Bu cinnet hâli psikiyatristler tarafından farklı açılardan ele alınsa da, eğer bir akıl hastalığından kaynaklanmıyorsa, bunda şuuraltında biriken mânevî terbiye sistemleriyle temizlenmeyen nefsanî gerilimlerin de tesirli olduğunu vurgulamak gerekir. Kişi yoğunlaşan öfkesini, dış dünyaya yansıtamadığında, kendi bedenine yöneltir. Bu durum psikosomatik bir