Sinematerapi Nedir? Terapide Ne Tür İşlevleri Vardır.

Sinematerapi nedir? İlk olarak ne zaman ortaya çıktı? Sinematerapi tek başına bir terapi yöntemi olarak kabul ediliyor mu? Bu yöntemin belli bir metodolojisi var mı? İşte ayrıntılar...

Sinematerapi nedir? İlk olarak ne zaman ortaya çıktı? Sinematerapi tek başına bir terapi yöntemi olarak kabul ediliyor mu? Bu yöntemin belli bir metodolojisi var mı?

Aksiyon Dergisi'nden  Elif Nesibe TEMİZ Sinematerapi konusunu "Uzun Metrajlı Terapi" konu başlığıyla okuyucularına sunuyor. Birbirinden çarpıcı tespitlere yer verilen yazıda, sinematerapi yönteminin ortaya çıkışı, terapötik bir yöntem olarak uygulanabilirliğini ve terapi sürecinde olası etkilerini araştırdı. 

Elif Nesibe TEMİZ'in Aksiyon Dergisi okurları için kaleme aldığı  "Uzun Metrajlı Terapi" başlıklı yazının ayrıntıları şöyle:

Elif Nesibe TEMİZ / Aksiyon Dergisi


"Uzun Metrajlı Terapi" 

Sanat ve psikolojinin yolu daha önce edebiyatta kesişmişti. Son yıllarda bu ikili sinema filmlerinde buluşuyor. ‘Sinematerapi’ adı verilen terapi destekçisi yöntem ile filmlerin oluşturduğu duygusal etki psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılıyor.

Hayatınızı değiştirecek ölçüde bir film seyrettiniz mi hiç? Ya da günlerce tesirinden kurtulamadığınız bir sinema sahnesi var mı? Film repliklerinden derlediğiniz bir günlüğünüz oldu mu mesela?  “Tam da yüreğimden geçenler dökülüyor filmdeki kahramanın ağzından.” diye geçirdiniz mi içinizden? Senaryodaki boşlukları kendi cümlelerinizle doldurmaya çalıştınız mı? Dahası “Ben olsaydım…” ifadesiyle başlayan alternatif kareler çektiniz mi yönetmenin yerine? Kimsenin anlayamadığı, kendinizin bile fark etmediği yanlarınızla bir film karesinde tanıştınız mı yahut? Beyaz perde benlik aynanız olabildi mi bir kez olsun?

Tüm bu soruların cevabı sinemaya ‘yedinci sanat’ denmesinin hikmetinde saklı aslında. Yani onun tüm sanat dallarının temel etki gücünü içinde barındırmasında. Sinema, görsel ve işitsel öğeleri apaçık ve anlaşılır biçimde kullandığı için yazan ve yönetenin tahayyülünden çok daha öteye taşıyabiliyor insanı. Zira oyunculuğun eksik kaldığı yerde mekân, ışık; diyalogların azaldığı yerde de müzik kullanılarak zihinde bir anlık boşluk oluşmasına dahi izin verilmiyor. İşte sinemanın bu etki gücü ve mesajını daha kolay verebilme özelliği psikolojide de aktif biçimde kullanılıyor. Bazı psikiyatr ve psikologlar, hastalarına/danışanlarına uyguladıkları terapi yöntemlerini daha etkin kılabilmek adına filmlerden destek alıyor. ‘Sinematerapi’ diye nitelendirilen bu metot için teknik bazı uygulama farklılıkları sebebiyle ‘sineterapi’ kavramını kullanan da var. Yöntem ve uygulama biçiminde ayrışmalar olması hedefi değiştirmiyor: Hasta/danışanın filmde izlediği sahnenin etkisiyle içgörüsünü artırması ve sorunlarını çözerken kendini yalnız hissetmemesi.

Sanat ve terapi edebiyatta buluştu

Sinematerapi terimi, ilk olarak Psikoloji Profesörü Gary Solomon’ın 1995 tarihli ‘The Motion Picture Prescription’ adlı eserinde zikrediliyor. Terapi seanslarında uygulanışını ise Amerikalı David Cambronne ve Jan Hasley çifti gerçekleştiriyor. Fakat sinematerapi tek başına bir terapi yöntemi olarak kabul edilmiyor. Daha ziyade terapinin etkisini artırmak adına tedavi süresince kullanılan bir destek unsuru sayılıyor. Yani sinema ve terapi kelimelerinin yan yana kullanılması, onun bağımsız bir terapi biçimi olduğu anlamına gelmiyor. Nitekim zaman zaman bu yöntemden faydalanan Psikiyatr Mustafa Ulusoy’a göre, sinematerapinin insanı, hayatı, kâinatı açıklamaya dair bir teorisi yok. Dolayısıyla adında terapi ifadesinin yer alması çok doğru değil. O daha çok varoluşçu, psikodinamik, destekleyici veya kognütif (bilişsel) psikoterapi yöntemleri içinde yardımcı unsur olarak kullanılabiliyor. ‘Psikiyatride Sinema, Sinemada Psikiyatri’ kitabının editörlüğünü de yapan Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Psikiyatr Prof. Dr. Mustafa Bilici de sınırları belirlenmiş standart bir disiplin olmaması sebebiyle sinematerapiyi yardımcı bir tedavi unsuru olarak kabul ediyor.

Terapide sanattan faydalanma, sinema ile başlayan bir süreç değil aslında. Zira biblioterapi yani tedavi sürecinde kitabın etki gücünden yararlanma tekniğinin temeli 1930’lu yıllarda atılıyor. Bu teknikte hasta/danışan kendini bir film karakteri yerine roman ya da hikâye kahramanıyla özdeşleştiriyor. Fakat kitap okumak, daha fazla sabır, zaman ve konsantrasyon gerektirdiği için bazen zorlayıcı olabiliyor. Alınan ilaçların kimyasal etkisi, kişide var olan dikkat dağınıklığı gibi özellikler terapide kitaplardan faydalanmayı güçleştiriyor. Bu açıdan hasta/danışanı daha az yoran, mesajı kişinin hayal gücüne bırakmayan, uygulanması kolay, üstelik bir hobi olarak kabul edilen film izlemek tedavi sürecinde daha çok tercih ediliyor.

Bu özelliklerine rağmen Mustafa Ulusoy, biblioterapiyi, sinematerapiye kıyasla daha aktif kullanıyor. Sebebini ‘sinemanın seyirciyi pasif bırakması, kitabın ise okuyucuya zihinsel enerji sarf ettirmesi’ne bağlıyor: “Dikkat eksikliği olan insanlar saatlerce televizyon seyredebilir. Ama yarım saat ders çalışamaz. Çünkü sinema, film görüntüde akıp gittiği için çok pasif konumdayız. Kitap öyle değil. Birebir içinde olmak zorundasınız, ciddi bir enerji sarfı gerektiriyor. İkisi arasında tercih yapılacaksa kesinlikle kitap derim. Ayrıca ‘sinema seyrederek hayatımla ilgili sorunları çözdüm’ lafını duymadım hiç. Ama ‘kitaplar okudum ve hayatın, kendimin hakikatine ait önemli bir mesafe kaydettim, değiştim’ diyenleri gördüm.”

Terapide ister kitap isterse sinema filminden faydalanılsın süreç temel olarak belli aşamalardan oluşuyor. Süreci kısaca özetlemek gerekirse kişi, öncelikle izlediği filmdeki karakterle özdeşim kuruyor. Gerçek hayatın temsilini seyrettiği filmde kendi gerçek yaşantısından izler bulup bir içgörü kazanıyor. Ardından sorunları çözmede kimi zaman olumlu anlamda filmin kahramanını rol model alma kimi zamansa onun yanlışlarına düşmemeye gayret etme eğilimi gösteriyor. Sonuçta Prof. Dr. Mustafa Bilici’nin ifadesiyle kişi kendi yaşadığı duygu, düşünce, açmaz ve acıları perdede gördüğü zaman “Bu sıkıntıyı yaşayan sadece ben değilmişim.” diyebiliyor. Üstelik film karakterinin psikolojik açıdan rahatsız olması da gerekmiyor. Bir problemi olması ve onu nasıl çözdüğünü göstermesi yeterli.   

Özdeşim kurma, ilk bakışta bir rahatlatma faktörü olarak düşünülebilir. Fakat ‘PSinema: Sinemada Psikolojik Bozukluklar ve Sinematerapi’ kitabının editörü, ODTÜ Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Faruk Gençöz’e göre, sinematerapinin işleyişi rahatlamadan ziyade problemle yüzleşme ve başa çıkabilme konularına odaklı. Ve bu rahatsız edici konular, filmler aracılığıyla daha kolay işleniyor. Çünkü böylelikle kişi güvenli bir mesafede durmuş, bir yandan karakterle bağ kurarken bir yandan da resme kuşbakışı bakabilecek objektivitesini korumuş oluyor.

Akıllara, “Sadece senarist ve yönetmenin hayaliyle şekillenen bir film karakteri nasıl iyileşme sürecinde yardımcı olabilir?” sorusu gelebilir. Mustafa Ulusoy, bu durumu bast-ı zaman kavramıyla açıklıyor. Ulusoy’a göre, sinema bir insanın hikâyesini gün gün, ayrıntılarıyla değil, önemli sahneler üzerinden bütüncül bir tarzda anlatıyor. Dolayısıyla kendi hikâyelerimizi birbirimize anlatma biçimimizle paralellik arz ediyor: “Terapi, bir noktada insanın hikâyesini yeniden yazma, olan bitenin anlamını değiştirme girişimidir. Zaten hikâyelerimizi anlatmanın amacı oradan ne gibi hikmet ve sonuçlar çıkarsadığımızdır. Bizim hayatımızın aleyhine gibi görünen bir olayda aslında o an aklımızın görmediği bir hikmetin, bir hayrın yerleşik olduğunu fark etme çabasıdır.”

Ulusoy, sinemada terapinin bu özelliğinden faydalanılabileceğini düşünüyor. Zira birçok filmde kahraman, yaşadıklarını anlamlandırmaya çabalıyor. Geçmişine dönüp bazı şeyleri neden yaşadığının cevabını arıyor. Filmi izleyen herkes de kendi algısı içerisinde hikâyeyi yeniden yazıyor. Prof. Dr. Faruk Gençöz, bu noktada filmlerde beğendiğimiz ve beğenmediğimiz noktaları değer yargılarımızın belirlediğine dikkat çekiyor: “Kendi değerlerimizi, filmdeki konu veya kişiler üzerinden algılar, bu algının yarattığı hisleri, filmin bize hissettirdikleri olarak düşünürüz. Hâlbuki kendi görmek istediklerimizi veya görmeye meyilli olduklarımızı görür ve bunlar dolayısıyla hisleniriz. Bu hislerin ortaya çıkmasına yardımcı olan olay ve karakterleri kendimize yakın veya uzak olarak tanımlamaya başlarız. Tüm bunlar aslında zihnimizin bir oyunudur.”

Sinematerapinin abece’si

Sinematerapide hassasiyet gösterilmesi gereken en önemli unsur, hangi hastaya hangi filmin hangi sırayla izlettirileceği meselesi. Bunun için belli bir kriter yok. ‘PSinema: Sinemada Psikolojik Bozukluklar ve Sinematerapi’ kitabındaki yazısında Başak Türküler Aka, film seçimini şu şekilde özetliyor: “Terapist, her hastanın durumunu bireysel olarak değerlendirmeli ve ona göre bir seçim yapmalıdır. Film seçimi, vakit alıcı ve terapistin çok fazla film seyretmesi, yeni çıkan filmleri takip etmesini gerektiren bir süreçtir. Seçilen filmin hastaya seyrettirilmeden önce terapist tarafından seyredilmesi gerekmektedir.” Terapistin kaç kez filmi ön izlemeye tabi tutması gerektiği hususu uzmanlar arasında farklılık arz ediyor. Aka’ya göre film seçiminde sadece hastanın durumunu açık olarak yansıtan filmler değil, metaforların kullanıldığı filmler de dikkate alınmalı. Çünkü bazen hastanın sorunlarını direkt yansıtan filmler, onun savunma mekanizmalarını harekete geçirip terapinin etkisini azaltabiliyor. Zaten filmin yüzeysel mesajının yanı sıra, senarist ya da yönetmenin belirli semboller ardına gizlediği alt mesajı da önem arz ediyor.

Bir filmi sinemada veya televizyon ekranında izlemekle terapi sırasında izlemek farklı elbette. ‘Sineterapi’ tekniğini uygulayan Psikoterapist Ufuk Maviengin, pek çok danışanının “Sinemada koskoca ses sistemi eşliğinde bu filmi izledim. Bende bu kadar tesir yapmadı.” dediğine şahit olmuş. Zira uzman eşliğinde film izlemek, o kişinin seyir öncesi filmdeki mesajı alabilecek bir hazırlık sürecinden geçmesi anlamına geliyor. Örneğin Maviengin’in danışanlarından Özlem Aktürk, terapiden iki ay önce Vanilla Sky filmini izlediğinde keyif almış. Fakat terapi sırasında aynı filmi kıpkırmızı gözlerle izlemiş. “Buraya gelmeden önce filmi izlediğimde ‘Ya işte ne kadar şanslıyım. Hayatımda hiç böyle sanallıklara yer yok.’ demiştim. Ama burada izlediğimde kendi hayatımdaki büyük-küçük sanallıkları fark ettim.” diyen Aktürk’e göre sinematerapi ille de büyük sorunları, ağır depresyonu olan insanların başvuracağı bir şey değil: “Her insanın bir uçurumu var. Oraya tek başına düşerse, kaybolur. Ama terapistiniz sizin orada elinizden tutan biri oluyor. Beraber aşağı bakabiliyorsunuz.”

Film öncesi hazırlık sürecinin biçimi ise uzmanlara göre farklılık gösteriyor. Prof. Dr. Mustafa Bilici, sinematerapiyi daha çok grup içerisinde uyguluyor. Bu uygulamada benzer sorunlara sahip hastaların uzman tarafından belirlenmiş filmi birlikte izlemesi sağlanıyor. Seyrin ardından film hakkında yapılan tartışma sayesinde bazı sahnelerin hastalar üzerindeki etki gücü artırılmaya çalışılıyor. Psikiyatr Mustafa Ulusoy ise sinematerapiyi grup uygulamasına uygun görse de genelde hastalarına ev ödevi olarak vermeyi tercih ediyor. Her iki şekilde de psikiyatrlar hastalarını seyir öncesi yönlendirip onlara filmi izlerken hangi noktalara dikkat etmeleri gerektiğini işaret ediyor. Zira çalıştıkları hastaların zaten anksiyete, depresyon, vs. gibi sebeplerle dikkat ve algıları bozuk olduğu için odaklanma ve analiz yeteneklerinin azaldığını düşünüyorlar. Fakat Psikoterapist Ufuk Maviengin, film öncesi ve sonrası danışanlarına müdahale etmemeyi daha doğru buluyor.  Ona göre sinema filminin kendisi zaten bilinçdışına gönderilmiş bir telkin. Danışanın konsantrasyonu bozuk olsa da sadece ekrana bakması bile filmde kullanılan metaforlar sebebiyle istenen telkini alması için yeterli.

Maviengin, danışanlarını ön yönlendirmeye tabi tutmak yerine sineterapiyi içinde uyguladığı hücum terapisi ile ruhsal bir hazırlık sürecinden geçiriyor. 8-10 gün süren bu terapi biçiminde kişi önce herhangi bir sorgu suale maruz kalmadan danışmanına kendi hikâyesini anlatmaya başlıyor. Havadan sudan yapılan konuşma bir süre sonra ister istemez bilinçdışı travma bölgelerine ve sorunlara doğru kaymaya başlıyor. İnsan bu aşamada yılların alışkanlığıyla travmalarının açığa çıkmasından endişe edip kendini tutma eğilimi gösteriyor. İşte bu noktada sinema filmlerinin kullanıldığı ‘çökertme’ süreci devreye giriyor. Maviengin, bu süreci bilinçli depresyona sokma aşaması olarak nitelendiriyor. Çünkü ona göre kişi zaten depresyona giremediği için hasta. Dış hayatın koşturmacası içerisinde bir saniyeliğine bırakamıyor kendisini. Bu aşamada filmler, kişinin bastırmakta zorlandığı duygularını tetiklediği için savunma mekanizması ve kalkanları çöküyor; böylelikle insan duygusal olarak deşarj olmaya, üstündeki ağırlıkları atmaya başlıyor. Sonrasında ise hipnoz tekniklerinin uygulandığı ‘toparlama’ evresi geliyor.  

Bu yöntemde belli bir reçete yok

Her filme hasta ya da danışan elbette aynı tepkiyi vermiyor. Ufuk Maviengin, ölüm kaygısının işlendiği bir filmi seyrettikten sonra bazı hastalarının espritüel davranışlar sergileme şeklinde bir savunma düzeneği geliştirdiğini, bazılarınınsa kitaplardan bahsedip ölüm korkusunu kendisini ilme vererek aşmaya çabaladığını anlatıyor. Bu açıdan bakıldığında filmler, terapistlere danışanlarının kişilik yapısıyla ilgili ciddi bir analiz imkânı sunmuş oluyor.

Sinematerapinin uygulanış alanı her ne kadar geniş olsa da bazı durumlarda ona başvurmak tedavi açısından anlamsız oluyor. Örneğin, sahip olduğu ruhsal rahatsızlık sebebiyle zihinsel kapasitesini düzgün kullanamayan mental retarde, ağır şizofreni vakalarında bu teknik uygulanamıyor. Bunun dışında kalan pek çok psikiyatrik hasta grubu ya da psikolojik danışmanlığa ihtiyaç duyulan kişiler sinematerapinin etkisinden faydalanabiliyor. Ama yine de bu yardımcı metotta, yüzde yüz uygulanan herkese iyi gelecek diye bir genel kaide ya da mucizevi bir etki söz konusu değil. Bu sebeple uzmanlar tüm tedavi usullerini bu tekniğin üzerine inşa etmiyor, sinematerapiyi zaman zaman uygulayabilecekleri bir yardımcı unsur olarak kabul ediyorlar. Psikiyatr Mustafa Ulusoy, bu noktada “Sadece sinema üzerinden gidecek bir terapi olamaz, olmamalı da. ‘Bu film şuna iyi gelir’ şeklinde bir reçete olsaydı, film endüstrisinin zirvede olduğu Amerika’da hiçbir psikiyatrik problem olması beklenmezdi. Filmler, illa insanların varoluşsal problemlerini çözer demek yanlış olur.” uyarısında bulunuyor. Ona göre, “Her film iyidir” demek de aynı ölçüde yanlış. İzlediğimiz bir film her zaman başından sonuna işimize yaramayabilir. Bu yüzden onun bütününde anlatılmak istenenden ziyade içerisinden çıkarılabilecek birtakım hikmetli sahnelerine odaklanmak gerekir. Çünkü her filmde az da olsa iyi sahne vardır. Böylece film seyretmek bir hafta sonu hobisi ve salt eğlence aracı olmaktan çıkıp hayatımızın hakikatine katkıda bulunacak bir araç hâline dönüşebilir.

Adalet ve babalığa dair iki güzel film

Psikiyatr Mustafa Ulusoy, hastalarına pek çok film öneriyor. İşte Ulusoy’un yorumuyla bu filmlerden iki örnek.

Venedik Taciri: Sıklıkla önerdiğim filmlerden bir tanesi Venedik Taciri’dir. Al Pacino’nun oynadığı, Shakespeare’in aynı adlı oyunundan uyarlanan bir film. Bu filmi aileden birisine, özellikle babalarına karşı yoğun öfke ve nefret duyan hastalarıma öneririm. Önerme sebebim de bu filmde nefret ve öfkenin, bu duyguyu besleyen kişiye ne kadar zarar verebileceğini göstermek. Zehirli bal gibi nefret ve öfke, kişiye önce bir tat ve haz verir, ama en çok da nefret duyan kişiyi zedeler ve bu işten en zararlı o kişi çıkar. Film bunun çok muhteşem bir örneğidir.

Dönüş: Rus filmlerinden Dönüş, baba-çocuk ilişkisi açısından son derece öğretici sahneler içeriyor. Çok sert, çocuklarıyla diyalog kurmakta zorlanan babaların seyretmesini istediğim ve yararlanma ihtimalleri olan bir film. İçinde o kadar güzel sahneler var ki çok benzerlerini bu tür babaların yaşadığını görme fırsatı verebilecek nitelikte. 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Psikoloji Haberleri