Şiki Şiki Baba

Mehmet ASLANOĞULLARI

Zaviye Dahmani* adlı caddeden çalıştığım yere doğru gittiğime inanarak yoldan geçmekte olan taksilerden birine binmeyi tasarlıyorum. Trablus’taki ikinci haftam ama işyerine her gidişimde ya kayboluyorum ya da kaybolacağım hissine kapılıyorum. Muhatap olduklarım nedense her gün daha önce hiç sormamışlar gibi ‘Nasıl alışabildin mi Libya’ya?” diye soruyorlar. Artık bu soruyu soracak ilk kişiye sitem etmeye karar verdim. Umarım sitemim karşı tarafta şaşırtıcı bir üzgünlüğe neden olmaz. Aslında ‘Alışabildin mi’ sorusunun nesnesi ‘hayat’ veya ‘yaşamaya’ olmalı. Çünkü hayata dahi alışmaya çalışıyorum otuz yıldır. İdrak ve rüştümün gelişmeye başladığı ortaokul yıllarımdan beri alışmaya çalıştığım şey hep hayatın kendisiydi. Bireysel hakların toplum ve sistem menfaati gözetilerek baskı altına alınmasına, Patagonyalıların etnik kimliklerini rahatça ifade edememelerine, yurt, inan, toprak, mevki ve makamın sömürü nesnesi kılınmasına, eyyamcılığa, ‘gözlerini ve boyunlarını şişirircesine rahatları peşinde koşan iri hantal zorbalar’ın tarihin tekerrür olduğunu söylemelerine, bir dost bir post edebiyatı yapanlara inat dostla hemhal olmaktan başka gayreti, insanın ‘var edilenlerin en itibarlısı’ olduğuna vurgu yapmaktan başkaca ereği olmayan Yunus Emre’nin hümanist sayılmasına örneğin, hele hele üniversitelerdeki başörtüsü yasağından sonra hiç ama hiç alışamadım. Hatta yaşama eyleminin kendisine bile. Zaten öyle olmasa, şair;

 “yaşamayı bilseydim yazar mıydım hiç şiir?

 yaşamayabilseydim yazar mıydım hiç şiir?

 yaşama!

 -ya bilseydim?

 yazar: mıydım?

 hiç: şiir”

‘ der miydi?* *

Velhasıl alışamadığım Trablusgarb’ta iş yerine gitmek için taksiye biniyorum. Sürücü Arapça konuşmaya başlayınca uzatmaması için gideceğim yerin sadece adını söylüyorum. ‘Arefe; biliyorum’ demesiyle yola koyuluyoruz. Epeyce yol aldık, yol öylesine uzamaya başladı ki artık gerçekten de taksicinin yolu bilmediğine ikna olduydum. Yanlış yöne gittiğimizi anlatmaya çalıştım ama Arapça bilmediğimi yeryüzünde konuşulan birkaç dilde ifade etmeme rağmen uzun uzun ve gergin bir şekilde Arapça konuşmaya devam ediyordu. Terlemiştim, hatta rengim atmış, nöronlarım havada uçuşmaya başlamıştı, neredeyse Neron’a öykünüp Trablus’u yakacaktım! Saate baktığımda 45 (yazıyla kırk beş!) dakikadır yolda olduğumuzu gördüm. Köy gibi bir yere gelmiştik, kızdığımı belli ederek taksiden inmek istediğimi belletmeye çalıştım. Buna taksici de razı gelmişti. Gerçi bunu söylerken taksicinin meslek onuru adına bunu kabullenmeyeceğini ve bildiğini iddia ettiği yere beni gerekirse ve icap ederse 3 saat te sürse götürmeden beni arabasından indirmeyeceğine dair boş bir heves te taşımıyor değildim. Taksicinin New Yorklu Pakistani sürücüler kadar anlayışlı olmamasına üzülecekken bu kadar uzun bir mesafe için sadece 3 dinar verdiğimi görerek üzüntüden ve kızgınlıktan azad ettim bünyemi. İlginçtir, beklediğim olmamış ve köy evleri gibi tek ve iki katlı evlerin bulunduğu yerde inmiş ve çok kötü olan yön duygumla işyerinin yolunu tutmaya başlamıştım. Sonunda belki de görünmez bir yardım mevzu bahis olmuş ve doğru tahminle işe gelmiştim.

İş çıkışı ilk kez olaraktan minibüsle eve gitmeyi düşünüyorum. Işıklara kadar (hayret burada trafik ışıkları da varmış!) yürüyorum ve her 2-3 dakikada bir geçen ve yolcularını aldıktan sora uçarcasına hareket eden minibüslerden birine atlıyorum. Artık kaybolma korkusu taşımıyorum ki zaten yolunu bulması için insanın, en azından yeni geldiği bir şehirde yolunu bulması için, ilk önce kaybolması gerekiyor. Ama Trablus buna müsait olmayan bir bajar-ı kadim. Çünkü çok geniş bir yerleşimi var ve kaybolmak için önümde daha belki de koskocaman seneler var. Kaybolmayı öğrenerek bu şehri keşfetmenin olanaksız olduğu vehm ediliyor.

Minibüsün içinde yarıya yakını erkeklerden diğer yarısı da kızlardan oluşan muayyen bir toplu taşıma yararlanıcısı var. Erkekler iş çıkışı minibüse binmiş gözüküyorlar, ya kızlar? Bazılarının ellerinde kitap defter v.s kırtasiye var ama yaşları ortaokul lise öğrencilerinden daha büyücek gösteriyor. Belki de bana yetişkin gibi gözüküyorlar. Ama bu ülkenin kızları zaten fazla gelişmiş galiba. Çoğu da kilolu ve zaten yemek hususunda etnisitelerine mal edilen ve kırmış olduğuma inanmama rağmen zihnin uzak labirentlerinde hala var olan önyargımsı düşünceleri ortaya çıkarıyor. Hayır ama bu yanlış bir önyargı, yok doğru bir önyargı, yahu önyargı işte, değil. Cidden çok sıkı yemek yiyor Araplar. Tamam, biz Türkilerin ileri sürdükleri gibi içinde de bulunduğumuz Ramazan ayında iftarlarını süt ve hurmayla açtıktan sonra akşam namazlarını eda edip, sonra erkek ve kadınlar ayrı ayrı teravihe gidiyor asıl yemek yeme işini de teravihten sabaha kadar sürdürüyorlar iddiası abartı içeriyor. Ama yaşasın yemek yemek mottosunun mucidi cidden de Araplar. Bunu, alışverişlerine tanık olduğunuzda fark ediyorsunuz. Ekmek alırlarken fark ediyorsunuz ki öyle Şırnak, Siverek ve Çabakçur’un güneyine düşen doğu kentlerindeki kadar nüfus yoğunluğuna sahip olmasalar da herkes elindeki poşette taşıdığı 10- 20 ekmekle çıkıyor fırından. Ama bunda bir terslik olmamalı, ne güzel işte buluyorlar ve bulduklarını alabildikleri için de bolca yiyorlar. Kime ne? Patagonya gibi çöplüklerde,-burada mini mini elleriyle ekmek toplayan çocuklar demeyeceğim, ekmek arayan insanları göz önüne getirdiğinizde bu halleri sevindirik bile oluyor.

Evet, minibüsün içini dolduran çoğu veya hepsi gençlerden oluşan kalabalık yüksek sesli Arap müziğinin ritmine kapılmış gibiler. Erkekler kendi aralarında kızlar da yine kendi aralarında güle oynaya, şakalaşarak ve bana öyle geliyor ki minibüstekilerle veya yanımızdan geçmekte olan karşıt cinsleriyle ilgili konuşuyorlar. Minibüslerdeki karşıt cinsler arasında diyalekt kullanılmadan oluşan bir atmosfer var hissediyorum. Bu arada müziğin sesi, evet, çok yüksek. İçerideki bu havayı, yüksek müziği, kızlarla erkeklerin gülüşmelerini ve çölsel kurlarını görünce ve bir de yaşlı olmasam da kendimi birden aralarına karışmış müşfik bir baba gibi görünce, hele hele arabadaki atmosfer Türk sinemasının Kemal Sunal’a ihale ettiği ve içerisinde ‘Şiki Şiki Baba’ şarkısının sürekli çalınmaya çalışıldığı filmdeki orient havayı hatırlayınca burada olduğuma sevinmeye başlıyor ve,-kesinlikle öyle, ilk kez (Türkiye’de delilik emaresi sayılacak şekilde) kamusal alanda gülümsüyorum.

Evet evet. Mutluluktan.

*Osmanlı Türkçesinden malumu olunan zaviye kelimesi üçgen anlamına geliyor. Zaviye Dahmani, bir cadde ismi.

**İsmet Özel

 

         

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.