Siyasal davranış çok boyutlu bir etkileşim süreci ile ortaya çıkmaktadır. Siyasal katılım ve seçmen davranışını etkileyen bazı dinamikleri psiko-politik çerçevede değerlendirmek istiyorum. ‘Sosyal yardımlar,’korkular üzerinden ötekileştirme, ‘mağduriyet’ söylemi ve toplumsal cinsiyet boyutları üzerinden seçimleri okumak gerekmektedir.
Öncelikle sadaka kültürü üzerinden beslenen oy avcılığı sürmekte ve seçimler öncesin de ‘sosyal yardımlar’ seçim kampanyalarının bir parçası haline getirilmiştir. Gelir seviyesi düşük seçmenin mağduriyeti kötüye kullanılmakta ve fiili yardımlar ya da yardım vaatleri ile oyları üzerine ipotek konulmaya çalışılmaktadır. Fakat asıl sorulması gereken şey bu eğilimi sergileyen seçmen, yoksulluğu ya da temel ihtiyaçlar sorununu politik bir zeminde tartışma ya da desteklenme ve sosyal yardımı bir hak olarak görmek yerine, vefa borcu haline getirmektedir. Yaşam mücadelesi içinde çaresizlik ve yalnızlık ve terkedilmişlik duygularını hisseden kimi yoksul aileler yardımları bir tür sahiplenilme ve umursanma olarak algılamaktadır. 29 Mart seçimlerinde de tablonun değişmediği ve sadaka kültürünün devlet kurumları aracılığı ile beslendiği ve mağduriyetin siyasal bir meta haline getirildiğini görmekteyiz. Benim için bir şey yapıyor, beni umursuyor o halde bende onlar için bir şey yapmalıyım yaklaşımı üzerinden bir tür bağlanma gerçekleşmektedir.
Seçimlerde ikinci bir konu ise siyasetçilerin korkuları canlı tutmaya çalışmasıdır. Din ve laiklik üzerinden bir ötekileştirme yapılması ve korkuların radikalleşmesinden oy umulması kadim bir uygulama özelliği kazanmıştır. Gerçekçi olmayan korkuların rasyonel düşünceden uzaklaşmayı sağlamaktadır. Bu nedenle korkuların, kutuplaştırıcı ve akılcı değerlendirmeyi elimine edici bir unsur olduğu görülmelidir. Böyle bir ortamda gerçekçi vaatler değil retorikler tartışılır olmaktadır (Korkarım biz laiklik ve din ekseni üzerinden tartışmaların sürdüğü daha çok seçim görürüz) Kutuplaşma seçmenin taleplerini düşürmekte, bir parti ya da adayı seçme düşüncesi değil, diğer parti ya da zihniyetin kazanmaması üzerinden bir davranış sergilenmektedir.
Diğer önemli bir konu ise toplumsal cinsiyetin yerel seçimlere yansımış olduğudur. Adaylar arası kadın erkek dağılımına bakıldığında kadın adayların demografik yapıya uygun bir oranda temsil edilmediği görülmektedir. Aday gösterilen kadınların ise konu mankeni ve seçimlerin figüranı konumuna indirgendiği görülmektedir. Kadınların aday gösterildiği bölgelere bakıldığında partilerin kazanma olasılıkları düşük olan yerlerde kadın adaylar gösterdikleri görülmektedir. Genel seçimlerde de kadın adayların sayısının azlığı dikkat çekerken, seçilebilir sırada olanların ise azınlıkta kaldığı görüşmüştü…. Sonuç itibari ile seçilebilen kadın adayların sayısı sınırlı kalmıştır. Seçilenlerin birçoğunun da kadın deneyimi ve sorunlarını siyasal karar alma sürecine taşıma konusunda yeterli bir çaba içerisinde görülmemektedirler. Ataerkil siyaset, kadının siyasal varlığına karşı psikolojik bir direnç göstermekte ve bir yanılsama yaratmaya çalışmaktadır. Bu siyasal partilerin lider kadrosunun zihni süreçleri ve kadına atfettikleri anlam açısından bir göstergedir. Bu bakış açısı parti ayrımı gözetmemektedir. Bu durum siyasal bir tercih olmanın ötesinde içselleştirilmiş kültürel kodların davranış ve karar alma sürecine yansımasıdır.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus seçimlerin sorunların tartışıldığı bir zeminden öte hakaret içeren, kavgacı bir üslupla götürülmeye çalışılıyor olmasıdır. Siyasal partilerin bu konuda adı konmamış bir uyumluluk gösterdiğini söylemek yersiz olmayacaktır. Üslubun niteliksizliği kendiliğinden gelişen bir durumdan öte siyasetçilerin gündem saptırmak ve seçmen algısını bu yolla manipüle etmek istediğinin bir göstergesidir. Kavgacı, hırçın ve oral agresyon üzerinden sürdülülen kampanya, siyasi liderlerin psikolojik durumlarının bir göstergesi olarak algılanabilir. Seçmen açısından değerlendirildiğinde kavgacılığın ve hırçınlığın prim yapıyor olması üzerine düşünülmesi gereklidir. Siyasal alandaki agresyonun meşrulaştırması, özel hayata aile ve kişiler arası iletişimde ki agresyonun bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
29 Mart seçimlerinde pek gündemde olmasa da mağduriyetler de siyasal açıdan halkı manipüle etmek amaçlı kullanılmaktadır. Son iki genel seçimde siyasal tartışmaların bu çerçevede cereyan etmesine şaşırtıcı değildir. Seçmenimizin mağdur görülen kişi ve partileri korumaya çalışması, istemese de tepki oyları ile o partiyi desteklemesi psikolojinin ne denli kötüye kullanıldığının bir göstergesidir. Cumhurbaşkanlığı nedeniyle seçime gidildiğin de iktidarın ve muhalefetin kutuplaşmayı artırarak buradan nemalanma eğiliminde olduğunu düşünmek yersiz değildir. Bu tür seçimlerde toplumsal anlamda realiteden koptuğumuz ve bir tür psikotik düşünce yapısı geliştirdiğimiz söylenebilir.
Ergenlik döneminde takılıp kalmış olan toplumumuz, bu tür manipülatif uygulamaların etkisinde bir siyasal davranış göstermekte ve gerçekçilikten uzak sürdürülen kampanyalar karşısında sağlıklı tepki verememektedir. Rasyonel düşünme yetisi gelişmemiş bir ergen gibi davranan toplum bu tür psikolojik hareketler karşısında pasif kalmaktadır. Temel ihtiyaçlarını karşılama sıkıntısı yaşayan nüfusun fazla olduğu bir toplumda gündelik yaşam mücadelesi öncelik kazanabilmekte ve buda sadaka kültürünün beslenmektedir. Siyasal sürecin korku üzerinden beslenmesi, kayırmacı zihniyetin seçmenler tarafından desteklenmesi ve pekiştirilmesi vb durumları Maslow’un ihtiyaçlar teorisi üzerinden değerlendirildiğin de toplumumuzun temel ihtiyaçlar kısmında yer aldığı görülmektedir. Maslow’un temel ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramı fiziksel ihtiyaçlar (yeme içme barınma ...) ve güvenlik ihtiyaçları karşılanmadan daha üst basamaklara geçilemeyeceğini öngörmektedir. ‘Sosyal yardımlar’ en temeldeki fizyolojik ihtiyaçlara karşılık gelmektedir. Korkular üzerinden yürütülen kampanyaları ise, güvenlik ihtiyacına karşılık gelmektedir. Aidiyet ve kendini gerçekleştirme ihtiyacının gelişimi ve gerçekleştirilmesi için birincil durumda olan fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçları karşılanmalıdır. Ülkemiz ekonomik ve sosyal koşulları göz önüne alındığında bu durum siyasilerin işine gelmekte, siyasal kültür sağlıklı gelişememektedir.
Siyasal kültür, toplumun mevcut durumundan bağımsız değildir.