Çarşı pazar alışverişi için yolda yürürken, dergilerden, magazin kupürlerinden fışkırıp kaldırımın kenarına konmuş çakma starlar görüyorum...
Hava sıcak mı sıcak.
Malum İstanbul havası işte; biraz da nemli.
Üstüne üstlük arabanın içindeki motor sıcaklığı ve camlardan yansıyan güneş ışınları mevcut hava sıcaklığına eklenince, işler daha da kötüye gidiyor.
Efendim? Klima mı dediniz?
Benim aram klima ile falan pek iyi değildir.
Sıcaktan patlasam dahi klimayı açmam, camları aralarım ve arabanın içinde hava sirkülasyonu oluşturarak, doğal yollardan serinlemeye çalışırım.
Zaten o gün de aynısını yaptım.
Bir yandan hastaneye geç kalıyorum telaşı ile acele ederken, diğer yandan kendi çapımda olumsuz hava koşulları ile uğraştım.
Tam da ‘Çok şükür; kılı kılına mesai saatime yetişiyorum’ diye derin bir nefes alırken, yine aynı trafik lambasına takıldım kaldım.
Nedendir bilmiyorum; sanki trafik lambalarında otomatik tanıma sistemi var, ne zaman beni görseler kıpkırmızı kesiliyorlar!
Hele hastane yolu üzerindeki bu trafik lambası yok mu? Bana hepten gıcık, hastaneye yetişmeyeyim diye elinden geleni yapıyor.
Yeşil ışığın yanmasına ne kadar süre kaldığını gösteren saniyeler, sanki saatmiş gibi geliyor.
Sabırsızlanıyorum ve sinirimden kaskatı kesiliyorum.
Ama… Ama ne yalan söyleyeyim; her şeye rağmen üzerindeki güvercinlere bayılıyorum.
Sıra sıra öyle güzel diziliyorlar ki caddenin ortasına kadar uzanan yeşil direğin üstüne.
Ağaç yok, dal yok, budak yok! Ne yapsınlar? Onlar da suni hayat şartları oluşturmuşlar, kendilerine göre.
Çırpı ayaklarıyla hiç hareket etmeden direğe tutunurken, teker teker bakıyorlar arabaların içindekilere…
O gün aklıma ne geldi biliyor musunuz?
Biz önlerinden geçerken, hakkımızda neler düşünüyorlar, aralarında neler fısıldıyorlardır kim bilir?
Mesela beni gördüklerinde ‘Hah! Yine geldi bizim Bayan Telaş. Bugün de bir yerlere yetişme derdinde. Hayat böyle geçer mi canım?’ diyorlardır kesin.
Belki bizleri kıyasıya eleştiriyor, ‘Ne biçim yaşıyor bu insanlar yahu’ diyorlardır, ‘Önce göz göre göre ruhlarına zulmediyor, sonra da yana yakıla yaralarını sarmaya çalışıyorlar...’
Şayet böyle düşünüyorlarsa, pek de haksız sayılmazlar; doğru ile yanlışın, ak ile karanın arasındaki uçurumun, giderek açıldığını gözlemliyorum her geçen gün.
Garip bir çelişki var…
Çarşı pazar alışverişi için yolda yürürken, dergilerden, magazin kupürlerinden fışkırıp kaldırımın kenarına konmuş çakma starlar görüyorum.
Yüzlerindeki plastik ifadeyle kafaları dimdik, herkese yukarıdan bakıyor ve her ne kadar diğer insanlarla paralel düzlemlerde adım atsalar bile farklı istikamete doğru yol alıyorlar.
Aslına bakarsanız bu hâlleriyle, insani nitelikler taşıyan birer varlık olmaktan ziyade mağaza vitrinlerindeki cansız mankenleri hatırlatıyor her biri.
Çünkü ruh bilincinden yoksunlar.
Çünkü sadece görüntüye endeksli yaşıyorlar.
Üstelik dışarıda geçmiş ve gelecek kaygıları yokmuş, sorunsuz ve umarsızmış gibi görünseler bile evlerinin içinde ilaçlara, antidepresanlara sarılıyorlar.
Bunu gayet iyi biliyorum…
Zannettiğiniz gibi değil, antidepresan kullanan insanları kınamıyorum.
Etrafımda onlardan kullanan pek çok insan var.
Elbette, antidepresanların, uzman doktorlarca reçete edilen ilaçlar oldukları ve bazı hastalıklarda tedavi yöntemi olarak kullanıldıkları bilimsel bir gerçek.
Gelin görün ki, en ufak bir sıkıntıda koşa koşa antidepresanlardan medet ummak, çözüm mü?
Dış cephe uğruna satılığa çıkarılmış ruhların ızdırabını gidermek için değil antidepresan tedavisi, elektroşok uygulansa ne işe yarar?
Hayır, şaka yapmıyorum! Trafik lambasının tepesindeki kuşların, yeni antidepresan nesline bakış açılarını gerçekten çok merak ediyorum.
Ve şayet günün birinde dile gelseler, bizlere neler tavsiye edeceklerini…
Ayrıca göklere, en tepelere çıktıktan sonra niçin yakınımıza gelmek istediklerini…