Salı günü sendromu!

Melda BEKCAN

Pazarlar bile çocukluğumdaki gibi değil artık. O eski pazarların havasını, satın aldığımız meyveyi poşetinden çıkardığım gibi eteğimin kenarıyla sildikten sonra şapur şupur yemeyi özledim.

Çocukken, salı günlerini hiç sevmezdim. Arkadaşlarımdan, onlarla birlikte bulunduğum oyun alanından koparırdı beni, salı günleri.

Sokakta oyun oynarken, annemi elinde pazar arabası, oturduğumuz apartmanın merdivenlerinden inerken gördüğümde, suratım bir karış asılır ‘Off yine salı pazarına mı çıkacağız!’  diye söylenmeye başlardım içimden.

Arabayı annemin elinden aldığım gibi yola koyulurduk ama ayaklarım, arkadaşlarımın yanına dönmek istercesine geri geri giderdi hep.

Tekerleğinden, attığı tur sayısınca tıkır tıkır sesler çıkaran pazar arabası arkada, biz önde yavaş yavaş ilerlerdik. Pazarın kurulduğu alanın evimize uzaklığı yaklaşık on dakikalık yürüme mesafesindeydi, gelin görün ki annemin yolda yaptığı ayaküstü sohbetler nedeniyle bir saatten daha uzun sürerdi oraya ulaşmamız.

Annem, adım başı eski komşularıyla karşılaşır, onlara hâl hatırlarını sorardı. Konu bir kere  ‘Falancadan haberin var mı?’ diye açıldı mı muhabbet öyle koyulaşırdı ki sanki hava zifirî karanlık olana dek yolun kenarında dikilecek ve pazara hiç gidemeyecekmişiz gibi gelirdi bana. Eşe dosta ait evlilik haberlerinden tutun da doğumlara değin tüm havadisleri, pazar yolunda öğrenirdik.   

Envayi çeşit meyve, sebzelerle donatılmış ve yukarıdan rengârenk tentelerle kapatılmış olan tahta kasalarla dolu pazar yerine nihayet ulaştığımızda, mevcut enerjimizin çoğunu tüketmiş olurduk amma velâkin benim asıl sıkıntım yeni başlardı.

O zamanlar en büyük derdim, evde yapılan temizlik ve mutfak işlerinden mümkün olduğunca uzak durup, arkadaşlarımla birlikte oyun oynamaya vakit ayırabilmekti. Annemse ısrarla benim mutfağa girip yemek yapmaya başlamam gerektiği fikrini savunuyordu.

Evdeyken bir yolunu bulup işten kaytarmayı beceriyordum fakat pazarın orta yerinde annem ‘Hadi bakalım Melda, şu domateslerin yemeklik olanlarından seç’ dediğinde, elimde pazar arabasıyla kaçacak delik bulamıyordum kendime.

Önce ‘Bana ne!’ dercesine omuzlarımı silkerdim, ardından annem kaş göz işareti yapınca, çaresiz yumuşak olanlarından teker teker seçmeye başlardım domateslerin.    

Salı pazarı maceramız, sadece bu kısır döngüden ibaret değildi elbette. Annemin bir kilo dolmalık biber almak için o kasa senin bu kasa benim sokak sokak dolaşmasını, en sonunda da pazarın en başındaki yere geri dönmeye karar vermesiyle ayaklarıma kara suların inmesini sanki bugünmüş gibi anımsıyorum.

Anlayacağınız çalışma hayatına adımımı attığım günden itibaren edindiğim akut ‘Pazartesi sendromunun’ yanı sıra kronik ‘Salı sendromu’ belirtilerini de hâlâ üzerimde taşımaktayım.

Ama bir şey itiraf edeyim mi? Yıllar öncesinde, istemeye istemeye gittiğim o pazar yerini, bugünlerde mumla arıyorum biliyor musunuz?

Pazarlar bile çocukluğumdaki gibi değil artık. O eski pazarların havasını, satın aldığımız meyveyi poşetinden çıkardığım gibi eteğimin kenarıyla sildikten sonra şapur şupur yemeği özledim.

Artık ne zaman sebze meyve almak için bir yerlere gitsem, kafamdan kırk tane film geçiyor. Yok GDO’lu mu, hibrit tohumlu mu ya da ilaçlı mı diye düşünmekten, acaba Sağlık Bakanlığı’ndan mı yoksa Tarım Bakanlığı’ndan mı onaylı diye etiketlerdeki çivi yazılarını okumaya çalışmaktan, paranoid sendrom düzeyine geldi, bende gıda olayı.

Varsın pazar yolunda saatlerce oyalanalım, varsın annemin bir kilo dolmalık biber alma hevesi uğruna peşinden bir kilometre sürükleneyim ama o eski pazarlar yeniden gelsin. Her şeye razıyım; artık büyüdüm, bütün meyve ve sebzeleri teker teker ellerimle seçerim…