Her gün aynı işleri yapmak, aynı işe gitmek, aynı saatte uyanmak, aynı domates, peynir, ekmek ve zeytini yemek, aynı duraktan otobüse binmek, aynı durakta inmek, aynı sıkıcı insanlarla aynı işi yapmak… Tam bir işkencedir. Evde kalanlar için de durum
farklı değildir. Aynı evi topla, aynı çamaşır-bulaşık, aynı saatte akşam yemeği, aynı saatte uyku…
Bu kadar sıkıcı işi yapmaktan her gün bıkar bunalırız da neden ölümü bu kadar sevimsiz
görürüz yine de? Bu insanın paradoksudur herhalde. İşyerlerinde her hafta
başı, hafta sonu iple çekilerek işe başlanır. İşten hoşlanmaz kimse. Ama aynı işi
isteyen ve sahip olmak isteyen bir başka kişi için o iş çok değerlidir. Hatta
ilk işe girdiği zamanda işe başlamak için gün sayanlar, şimdi hafta sonu tatil
gelsin diye gün sayanlardan başkası değildir.
Ne istiyoruz biz?
Bir bilsek rahatlayacağız ama ne istediğimiz bilmediğimiz gibi, rutine
kaptırmış gidiyorken inanılmaz bir yorgunluk da kaplamış zihinlerimizi.
Bulaşıcı hastalıklara taş çıkartacak derecede bir hastalığımız var:
rutinleştirdiğimiz hayatımız. Ve rutinleştirmekten sıkıldığımız halde, rutinleşmeyi de
garantilemek istediğimiz bir çabamız var.
Hiç ölümü aklımıza getirmediğimiz için olabilir mi bu sıkıntılarımız? Peygamberin aynı gün
içinde ölümü defalarca düşündüğünü ve insanlara da önerdiğini hepimiz
biliyoruz. Biz sanki hep burada kalacakmışız, hep aynı değişmez işleri yapacakmışız,
aynı eve gelip aynı şeyleri tüketecek ve aynı şekilde sonsuza kadar yaşayacakmışız
gibi yalancı bir ruh hali içinde dolanıp duruyoruz.
Aslında her şey her gün yenilenerek, yeni mesajlarla dolanarak kapımıza kadar gelip gidiyor.
Biz hayata ve kendimize yabancılaştığımız için her şeyi aynı sanıyoruz. Ölümlü olduğumuz
gerçeğini kaybettiğimiz için her şeyin anlamını da kaybettik. Ölüm gerçeğini algılayan insanın sıkılmaya zamanı olmaz!
Bizler hayatını başkaları tarafından beğenilmek, başkaları
tarafından onaylanmak, başkalarını mutlu etmek için harcadığımızdan yorgun
düşüyoruz. Üzerine düşünmediğimiz için her şey rutin ve anlamsız geliyor.
Oysa hiçbir şey aynı değil. Kediler yavruluyorlar sokakta siz aynı zannediyorsunuz
ama değiller. Bulutlar her saniye taşınıyorlar aynı değiller,
işyerinizdeki her şey de her daim değişiyor. Değişmeye direnen, aynı olmayı
“korkularından korunmak için” isteyen insanın takıntısı hayatın rutinliği. Hiç bir
şey rutin değil aslında ve biz bunları düşünmedikçe gerçekten biz olmayacağız, kendimiz
olamadan boğularak yaşayacağız.
“Veronika Ölmek İstiyor” adlı bir roman okumuştum zamanında. Defalarca intihar etmiş bir genç kızın intihardan kurtulduktan sonra yaşamını yeniden sorgulamasını anlatıyordu.
Ölümü denemiş olmasına rağmen hayatı sorgulaması sonunda geldiği noktada iki günlük
ömrünün kaldığını söyleyen doktoruna yalvarıyordu: “Bana öyle bir ilaç verin ki uykum gelmesin ve yaşamımın geri kalanının her anını yaşayabileyim! Çok yorgunum ama uyumak istemiyorum. Yapacağım çok şey var, hayatın sonsuza dek süreceğini sandığım günlerde hep ertelediğim şeyler bunlar.’’
İkinci isteği ise şudur: “Buradan çıkmak, dışarıda ölmek istiyorum... Mantosuz sokağa
çıkıp karda yürümek istiyorum, çok üşümenin nasıl bir duygu olduğunu öğreneyim, değil mi? Hayatım boyunca hep sıkı sıkı giyinmişim soğuk alma korkusuyla... Yüzümde
yağmuru hissedeyim, hoşuma giden bir erkeğe gülümseyeyim, bir kahve
ısmarlamak isteyen herkesin önerisini kabul edeyim istiyorum. Sonra annemi öpmek, ona
sevdiğimi söylemek, duygularımı açık etmeye utanmaksızın dizinin dibinde
ağlamak...” Bu duygular hep vardı, ama hep gizlenmek zorundaydı...
Hayatın rutinliğinden yorulduğu için hayatına son vermeyi denemiş bir kadının ölümle burun buruna geldiği anda, hayatın gerçek anlamının ne olduğunu fark etmesi onu
iyileştirmiştir.
Belki de ölümle hiç yüzleşmeyi düşünmediği için rutinden sıkılan, hayatı okuyamayan ve
sorgulayamayan bizler için de dönüp kendimize bakma zamanı gelmiştir. Nedersiniz? Hayat mı rutin olan, ölümü hayatından kovmuş bizler miyiz illüzyon kuran?
nazliozburun@gmail.com