Psikoteoloji

Uzm. Psk. Esan Gül

Cumartesi akşamı ne zamandır görüşmediğim, hem ilmine hem de şahsiyetine önem verdiğim, çalışmaları ve konuşmalarıyla Müslüman zihnin Kur’an, sünnet ve gelenek (külliyat) ile bağlamsallığını korumasında ve şekillendirmesinde son derece önemli katkıları olan Abdurrahman Arslan ağabeyi dinlemek ve konferanstan sonra ise özel bir ortamda oturmak için Fatih’teki Gençlik Kültür Merkezine gittim. Genellikle üniversite gençliğinin oluşturduğu dinleyici kitlesine “STK mı Cemaat mi” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Konuşması kendi içerisinde bütünselliği sağlaması, her toplumun kendi ürettiği kavramlara sahip çıkmasının önemi ve bunların hayata kattığı dinamizm, zihinlerin ilkelere göre diri olması ya da köleleşmesi, geleneğin ve kavramlarımızın yerli yerinde kullanılması ve günümüzdeki değişimin (her türlü değişimin) ne getireceği ile ilgili Müslümanların kafa yormamaları konferansın genel konusuydu.

Genel anlamda Müslümanların başkalarının tanımladığı zaman ve mekân algısı üzerinden hayatlarını şekillendirdiklerini söylemesi, bu bağlamda kamusal alanın kendi tipolojisini ürettiğinin bilinmesi ve İslami bakış açısındaki önemli kaymaların farkında olunmamasının ifadesi gerçekten altı çizilmesi gereken noktalardı. Özellikle yeni dindarlığı, temel referans olarak dışsallığa (dış görünüşe) önem verdiği için içinin fakirleştiğini, bundan dolayı da Müslümanların amellerinin güven vermediğini vurgulaması bana Sadi’nin bir ifadesini hatırlattı: “Eskiden dünyada, görünüşte dağınık ama iç dünyaları derli toplu insanlar vardı. Oysa şimdikilerin dış görünüşleri derli toplu ama iç dünyaları ise dağınık.”

* * *
Benim asıl üzerinde durmak istediğim nokta Abdurrahman Arslan ile konferans sonrası özel bir ortamda birkaç arkadaş ile yaptığımız muhabbetin içeriğidir. Bir arkadaşımın özellikle düşünür, bilim adamı ve filozofların büyük çoğunluğunun Yahudilerden çıkmış olmasının bir tesadüf olamayacağını ve bunun nedeninin ne olduğunu sorması, bende konuyu kendi bağlamı içerisinde değerlendirmemiz kanaatini oluşturdu. Çünkü bu soru ile daha önce de karşılaşmış ve bu konu üzerinde ayrıntılı bir şekilde düşünmüş hatta bazı arkadaşlarıma da konuyu açarak
müzakere etmiştim. Soru bağlamında Abdurrahman Arslan’ın Kur’an’dan mülhem olarak “Seçilmiş Kavim” vurgusunu da hesaba katarak, daha çok Yahudi teolojisini ve psiko-teolojik analizinin gerekliliği ortaya çıkmıştır. Gerçekten de felsefe tarihine ya da bilim tarihine baktığımız zaman birçok Yahudi bilim adamı ya da filozofun adı ile karşılaşırız: Einstein, Husserl, Freud, Marx, Darwin, Stefan Zweig gibi birçok düşünür ya da bilim adamının Yahudi asıllı olduğunu ve bunların bilim tarihini oluşturan ya da şekillendiren düşünceleriyle bize bile konu olduklarını görmekteyiz. Genel kabule baktığımız zaman Yahudilerin terk edilmişliğin ya da dışlanmışlığın verdiği bir psikolojiden dolayı eğitime daha çok önem verdikleri, daha çok okudukları, birkaç yabancı dil bildikleri, kendilerini daha çok yetiştirdikleri ve kadim bir medeniyete sahip oldukları söylemi ile karşılaşırız. Bunu genel anlamda kabul etsem de olayın psikoteolojik yönünün daha baskın olduğu kanaatindeyim. Özellikle aydınlanma felsefesi kilisenin tahakkümünden, bilgisinden ve etki alanından kurtulmanın adı olduğu için hayatını aydınlanmaya, kendi konumlarını güçlendirmeye ve din ile (Tanrı ile) mücadeleye adamış bu insanların seküler bir anlayış gerçekleştirmelerini ve hayatlarını bu anlayışa göre konumlandırmalarını beklemek doğru olur. Aslında bu kişiler her ne kadar seküler bir anlayış geliştirmeye çalışsalar da kendi bağlamı ve yetişme/yetiştirilme şartları dikkate alındığında Yahudi teolojisine göre yetiştikleri ve bu psikoteolojik durumun verdiği özgüvenle hareket ettiklerini düşünmekteyim. Şöyle ki: “Tevrat’ın Tekvin bölümünde Yakup peygamber seher sökünceye kadar bir kişiyle sabaha kadar güreş tutar ve onu yener. Yendiği kişi aslında Tanrı’dır… Bunun üzerine Tanrı’yı güreşte yenen anlamına gelen “İsrail” adını alır. Çünkü Tanrı ile güreşmiş ve onu yenmiştir. Tanrı’yı yendiği için de Tanrı ve bütün insanlık onun emrine amadedir.” Bu teolojik bağlamdan hareket ederek genel bilinçaltlarına baktığımız zaman her Yahudi’nin kendini Tanrı ile güreşen ve onu yenmeye çalışan bir formatta hayatını kurguladığını görürüz. Çünkü Tanrı’yı yenmek yeni bir unvan kazanmaya ve insanlar üzerinde söz sahibi olmaya bir vesiledir.

Bu varoluşsal bir mücadeledir. Eğer kendilerini ispat etmek istiyorlarsa Tanrı’yı ya da onun yeryüzündeki temsilcilerini veya Tanrı’nın sözlerini yenmek zorundadırlar. Bu kişilerin hayatlarını buna göre kurguladıklarını ve bütün çalışmalarını da bu bilinçaltı ile gerçekleştirdiklerini görmek gerekir. Bu durum onlara ayrıca bir metodoloji, özgüven ve donanım kazandırmaktadır. Bu cümleden olarak hayata belli bir psikoteolojik altyapı, özgüven ve donanım ile bakan insanların kazanamayacakları ve başarılı olamayacakları hiçbir alan yoktur. Çünkü hedef bellidir ve metodoloji belirlenmiştir. Yeryüzündeki ve gökyüzündekilere düşen ise bu hedefin gerçekleşmesine yardımcı olmaktır. Gerisi ise kiyl-u kâldir…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.