Kültürlerarası PSK Farklılığı, PSK leri Tetikleyen Süreçler, PSK lere Tedavi Açısından Yaklaşım, PSK ile Rûh Hastalıkları Arasında Ayırıcı Teşhisin Önemi...vb soruların yanıtları
Önce PSK’nın ne olduğunu kısaca tanımlayalım.
Gittikçe artan oranlarda maddi değerler üzerine inşâa edilen batı dünyası medeniyeti bildiğimiz gibi manevi değerleri ve insanın manevi boyutunu ihmal etti. Rûhbilim de bu tek boyutlu gelişimin tabii olarak tesiri altında kaldı. İlimsiz bilim, kendi kendini yok eden ekolojik felâket sürecini başlatırken, insan nefsini kısmen kavrayan rûhbilim de nefs katlarının sâdece bâzı alt katlarına vâkıf olabildi ve üst katlardaki güzellikleri, letâfeti fark edemedi. Böylece - bilimsel alanda - içinde yaşadığımız çağın belkide en büyük çelişkisi meydana çıktı. - Bozulan insan - kendisine inanmayan, güvenmeyen, gelişim potansiyelini,”sırrını”kavramayan, kısaca kim olduğunu bilmeyen rûhbilimciler tarafından”tamir”edilmek istendi. Bu karamsar yaklaşım, sonuç olarak, insan karşısında şüpheci bir vâroluşsal tavır (b) takınmamıza neden oldu. Modern psikoloji, palyatif/yüzeysel olarak bazı geçici başarılar getirse de, son analizde, çevresel kirlenmenin de ana nedeni olan, insanın rûhsal vâroluş kirlenmesini önleyemedi. Psikosomatik tıp, beden/soma nın yanına rûh/psişe yi koyarak ve bu ikisinin birbirlerinden ayrı telakki edilemeyeceğini kanıtladıysa da, orantıya koyulduğunda rûhbilim - soma / beden - bilimine göre çok daha az gelişti.(1)
Bu yetersiz gelişmenin en önemli nedenlerinden birisi, güncel alışılmış bilinç durumumuzun (GABD) alternatifi olmayan en üst düzey bilinç olduğu yanılgısı ve dolayısıyla insanın iç âlem zenginliğinin fark edilememesiydi. Hâlbuki kitabın önceki bölümünde belirttiğimiz gibi, daha 20 asrın başlangıcında Amerikalı rûhbilimci William James :
“Bizim - normal - diye tanımladığımız, rasyonel güncel uyanıklık bilincimiz, olabilecek bilinç durumlarından sadece birisidir. Zar gibi ince bir sınırın arkasında tamamen değişik bilinç potansiyelleri yatar. Hayat boyu onların varlığını bilmeden yaşayabiliriz fakat uygun uyaran tatbik edildiğinde, bunlar bir çırpıda tamamen ortaya çıkarlar”. diyordu.
Tüm bu manevi iç âlemin mevcudiyetinden mahrum kalmış ”modern” rûhbilim, kendi ”normallik” ölçülerine sığmayan insan yaşantılarını bâzen anormallik bâzen de”delilik”diye damgaladı. Fakat 1960 larda Kaliforniya’da, doğu âlemi ve medeniyetinin doruk noktasına erişmiş batı dünyası arasında ilginç bir - buluşma / yeniden tanışma - yaşandı. Genç nesil Amerikalılar, gidişatın pek - tekin - olmadığını sezmişler ve alternatif arayışlara girmişlerdi. Bu”yeni çağ / new age”dalgası tedrici olarak san’at, kültür, edebiyat, mimari, çevrebilim, psikoloji, pedagoji, sosyoloji ve hatta modern fizik bilimine bile nüfûz etti. Psikoloji’de benötesi/transpersonal dalı da bu akımın bir sonucu olarak meydana çıktı.
Tüm bu gelişimin paralelinde psikiyatri ne yaptı ? Baştan batı dünyasının ampirik metodlara dayanan biyolojik psikiyatri modelini, ister istemez psikoterapi ekolleri ile birlikte yürüttü, ama biyolojik yönelimli akımla, dinamik psikiyatriyi temsil eden, psikoterapi yanlıları arasında bâzen açık, bâzende gizli eşik altı rekabet, hatta çekişme, bugünlere kadar sürüp geldi. Açık ifâde edersek biyolojik ekol yanlıları, - rûhcuları - hep küçük gördüler, önemsemediler.
Bunun en komik örneklerinden birisi Zürich Burghölzli hastanesinde yaşadığım bir olaydı. Bendeniz araştırma bölümünde asistan olarak çalışıyordum ve Prof. J.Angst’ın şefliğini yaptığı bu bölüm biyolojik psikiyatride dünyaca tanınmış bir üne sahipti. Ama hemen yan tarafta yine araştırma bölümü çerçevesinde faaliyet gösteren Prof. Scharfetter’in şizofreni araştırma grubu vardı. J.Angst biyolojik psikiyatrinin temsilcisi olarak bir - Shogun - (Japon derebeyi) edasıyla, tüm ciddiyeti ve bilimsel titizliği ile ortalıkta gezerken, Scharfetter, uzun hint elbisesi ile dolaşırdı (kendisi, Hintli falan değil, Avusturya’lıydı). Tezat ve oynanan metakomünikatif oyun o kadar komikti ki gülmekten çatlardık.
Ama sâdece biyolojik yönün taraftarları, diğerlerini küçük görmedi, dinamik psikiyatriyi savunanlarda, aynı pozitivist / ampiri üzerine dayanan dünya görüşü eğitiminden geldikleri için, hep bir eziklik, hep bir eksiklik, yetersizlik yaşadılar. Ne yaman çelişki değil mi ? Bir ömür boyu kendini insana ada ve şüphe içinde ol. Tabi ki statikçilerin çok önemli bir avantajı vardı, bu da laboratuar deneyimleriydi. Bizim garip dinamikçiler de gözlemledikleri rûhsal fenomenleri - ölçek - lerle ölçmek, biçmek, tartmak istediler. Ama hep bir adım gerideydiler, sanki bu yarışta daha baştan kaybetmeye mahkumdular ! Ve sonunda olan oldu, son senelerde bu denge psikoterapi aleyhine bozuldu ve hâlen bozulmaya da devam ediyor. Nörofizyoloji, biyokimya alanlarında kaydedilen hakikaten takdire şayan gelişmeler biyolojik psikiyatri yanlılarını aşırı güven dolu bir zafer sarhoşluğuna getirdi. Tabi ki farmakoloji endüstrisinin milyarlarca dolarlık reklam vs”desteği” de bu süreçte göz ardı edilemezdi. Sağlık sigortalarının verimlilik stratejilerinin de uzun süreli bir psikoterapötik yaklaşıma için ne denli olumsuz baktığı da hesaba katıldığında, modern rûhbilimin soma / beden ile kısıtlı kalma tehlikesi meydana çıktı. Halbuki tüm tecrübeli hekimlerin bildikleri gibi, rûhsal rahatsızlıkların en etkili, kalıcı tedavisi, farmakoterapi/psikoterapi/sosyoterapi üçlüsü bir arada uygulandığında gerçekleşiyordu.
60 lı yılların arayışlarında, medeniyetler önyargısız bir tarzda birbirleri ile temas ettiklerinde, bazı kültürlere has ve batı bilimine göre patoloji / hastalık diye tanımlanması mümkün olmayan bazı özel”uç yaşantılar”müşâhede edildi. Maslow, tüm insanlık âleminde var olan bu aşkınlık yaşantılarını,”Dinler, Değerler ve Uç Yaşantılar”adlı kitabında etraflıca anlattı. Meselâ şamanizm’in hala hüküm sürdüğü medeniyetlerde (Kore, Afrika, Kuzey Orta Asya) bir”şamanik kriz”müşâhede ediliyordu. Baştan bu kriz psikoza benzese de, zaman içersinde uzunlamasına izlendiğinde, bu kişilerin aslında rahatsızlıkları boyunca hiçbirzaman psikozun kaosuna düşmedikleri ve kendilerine has bilinçli veya bilinçdışı bir gizli mantık sistemi çerçevesinde, bir tür - gelişim krizinden - (evolutionary crisis) geçtikleri anlaşılıyordu. Tesadüfen o kişi (meselâ Koreli genç bir üniversite öğrencisi) New York’ta eğitim görürken böyle bir krize girse,”State Psychiatric Hospital”da, nöroleptiklerle”doyuncaya kadar / quantum satis”tedavi! edilecek ve “normalleştirilecek” ti. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, bizim dünyamızdaki meczublarımız içinde aynı süreç geçerli olabilirdi. Fakat etnopsiko-sosyolojik araştırmalar yapıldıkça, insanoğlunun tarih boyunca bu tip sınır ötesi yaşantıları, daha yüksek bir varoluş konumuna geçmek için tüm medeniyetlerde yaşamış olduğu meydana çıktı.
Araştırmacılar konuya biraz daha dikkatlice bakınca, bu tip psikospritüel krizlerin, sadece belirli bazı toplumlara münhasır, insanlığın - arkaik/ilkel - tarihinden bugüne yansımış, modası geçmiş, anakronik yaşantılar olmadıkları anlaşıldı. Modern batı toplumlarında da bazı insanlar benzer süreçleri yaşıyorlardı. Meselâ reanimasyon yaşamış (kalbin ve solunumun durması ve yeniden tıbbi müdahale ile çalıştırılması) insanlarda, kültürel/dinsel geri planları ne olursa olsun, bazı benzer yaşantılar izleniyordu. Ölüme yaklaşma ânında bu insanlar bir tünelde ilerliyor, gözleri kamaştırmayan beyaz bir ışığa doğru yaklaştırılıyor ve bazen melek benzeri varlıklar veya yitirdikleri yakınları ile görüşüyorlardı. İşin ilginç yanı, kendilerine geldikten sonra bu kişiler, yaşadıkları bu tecrübeleri”deli diye yargılanmak”kaygısıyla, paylaşmaktan çekiniyor, kendi içlerinde saklıyorlardı. Psikoloji bu tip yaşantılara”ölüme yaklaşma yaşantıları / near death experiencies”adını verdi ve bu insanlara yardım etmenin yollarını aradı. Bu muhteva çerçevesinde Kaliforniya’da Christina Grof ve Esalen Enstitü’sü tarafından 1980 de bir - psikospritüel kriz ağı - (spritual emergency network) oluşturuldu ve bu tarz manevi sorunlar yaşayanlara yardım sunuldu. 1980 de yapılan bir Gallup araştırması ABD de 80000 insanın bu anlatılan ölüme yaklaşım yaşantılarından bilfiil geçtiklerini göstermişti. Âcil tıp ve yoğun bakım alanlarında son senelerde oluşan ilerlemeler bugün bu sayının çok daha yükseklerde olabileceğine işâret ediyor. Nitekim bir araştırma reanimasyondan geçmiş 344 kalp hastasının %8-12 sinin ÖYY (ölüme yaklaşma yaşantıları) belirtileri sundukları ve bunlardan %18 nin bu yaşantıların bâzı bölümlerini hatırladıklarını gösteriyor. (2)
Kısaca özetlersek : Durup dururken veya beklenmedik olağanüstü bir olay ile karşılaşıldığında (ölüm, hastalık, bir yakını veya önemli bir varlığını yitirme, olağanüstü güzel bir yaşantı, bir karşılaşma) insanlar bazen geçici olarak psikoza benzeyen ama her halukârda bilinen”normalliğin”dışında bazı yaşantılardan geçebilirler ve bu yaşantılar onların daha yüksek bir varoluş konumuna varmaları için bir fırsat sunabilir. Basit bir örnek ile konuyu bitiriyorum :
İşkolik bir iş adamının, geçirdiği bir trafik kazasından sonra, onu çok etkileyen bir”büyük rüya”görüyor, günboyu baştan ona yabancı gelen garip duygular yaşıyor ve sonuçta işlerine olan tutkusunu yine de işlerini batırmayacak oranda ama bariz bir şekilde azaltarak ailesine ve hayır işlerine daha fazla zaman ayırıyor…
Bu örnekte açık ve belirgin bir”varoluş kayması”müşahede ediyoruz. Çevresi onu baştan”deli”gibi görüyor ve bir psikiyatriste götürüyor, ama adamcağız tutumunda ısrar ediyor. Evet, beklenmedik bir olay kısa sürede tüm değer yargılarını, varoluş tarzını değiştirdi.
PSK ile Rûh Hastalıkları Arasında Ayırıcı Teşhisin Önemi
Gerek şizofreniler, gerek duygulanım ve gerekse organik rahatsızlıklar çerçevesinde müşâhede edilen psikoz ve davranış değişiklerinin, psikospritüel krizlerden ayırdedilmesi olağanüstü önemlidir. İnsanın gelişim sürecinin bir evresi olan PSK krizlerini, yanlış bir teşhisle, mesela şizofrenik ilk kriz diye tanımlamak, doğmak üzere olan bir bebeği doğum kanalında tutmaya benzer. Biografilerini okuduğumuzda birçok büyük insanın benzer krizleri yaşadığını görüyoruz. M.Buber anılarında, ergenlik döneminde bir atla yaptığı konuşmaları ve bu diyaloğun onun ileride yazacağı”diyalog prensibi”için ilham kaynağı olduğunu yazar. Bilindiği gibi Jung’da, Jaspers’de kısa süreli bir psikoz döneminden geçmiştir. Bu durumlarda rûh hekiminin nöroleptik kullanarak bu yaşantıları bastırmak istemesi, mesleki bir hatadır, faydadan çok zarar verir. Gerekmeyen yerde nöroleptik kullanmak, sürecin kronikleşmesine (yâni provoke edilmiş bir psikoza dönüşmesine...!), ikincil depresyonlara ve kişilik rahatsızlıklarının meydana çıkmasına neden olabilir. Zâten yaşadığı normal ötesi yaşantılarla anksiyete düzeyi çok yükseklerde seyreden insan, eğer yaşadıklarını eşduyum ile kaşılayamayan, gerekli rahatlatıcı izahatleri vermeyen bir hekim veya terapist ile muhattab olursa, kaygı düzeyi daha da artar ve işte o zaman - olan olur- !
Ama eğer diğer taraftan bir MDP (manik depresif psikoz) veya şizofreniler grubundan bir hastalıkla karşı karşıyaysak, bu hastalığı PSK diye tanımlamak ve gereken erken farmako-psikoterapötik müdahaleyi yapmamak hastalığın yerleşmesine, kronikleşmesine ve hatta bazen daha kötü sonuçlara bile neden olabilir. Temporal lob epilepsisi, tümoral, tromatik, metabolik, iyatrojen (mesela psilosibin, ekstazi veya uyuşturu artı psikostimülan kombinasyonları) kökenli psikotik tabloların erken teşhisi bilindiği gibi hastalığın seyri açısından hayâti öneme haizdir. Bu nedenlerle PSK konusunu ele alırken öncelikle ayırıcı tanıda çok zorlanacağımızı göze almak lâzım. Yapabileceğimiz hatalardan birisi,”ucuz bir antipsikiyatrik”tutum içinde, önümüze çıkan her psikotik tabloyu, PSK diye değerlendirmemiz olur. Bu nedenle titiz bir anamnez, standardize edilmiş bir psikopatolojik değerlendirme ve bu değerlendirmenin zaman içersinde belirli fasılalarla tekrarı, gerekirse derinliğine somatik araştırma ve tabi ki PSK’nin ne olduğu konusunda eğitim gerekir. Tüm bunlara rağmen sınır vakalarda veya PSK lerin bir psikiyatrik rahatsızlıkla paralel seyrettiği durumlarda işimiz daha da zorlaşabilir.
İnternet’te D.Lukoff ve arkadaşları kısa ama öz veriler sunuyor, oradan esinlenerek ve kendi bazı tecrübelerime dayanarak konuya giriyorum. (3)
Evet karşımızda duruma göre, optik, oditif, olfaktif (koku), kinestetik varsanılara benzer algılamalar yaşayan bir insan olabilir. Bu insan ilk bakışta tıpkı psikozlarda olduğu gibi biçimsel ve hezeyan tipinde düşünce değişiklikleri gösterebilir Davranışı dağınık, konuşması bize göre abuk sabuk ve düşüncelerini mantıksal olarak izlemek mümkün olmayabilir. Vizyonlar ve varsanılar arasında çok ince bir sınır… Yaşadığı huşu bilinci çerçevesinde, hareketsiz, donmuş gibi duran bir insanla karşılaştığımızda acaba bir katatoni mi izliyoruz? Veya yaşadığı vuslat coşkusu ile vecd, esrime içinde dünyaya ve insanlara yaklaşan bir insan, submanik veya manik bir kriz mi geçiriyor ? Yaşadığı bu olağanüstü hâli içine sindirmek için konuşmayan, uzlet, halvet, inziva arayan insan, ağır bir depresyon vakası mı sunuyor? Aslında benötesi psikolojisi çerçevesinde bu konular baya araştırılmış, meselâ K.Wilber burada pre-rasyonel durumlar ile gerçek aşkınlık yaşantıları arasında bir ayırım yapıyor ve “kişilik öncesi ve kişilik ötesi durumların ikisi de tanımları itibarıyla kişilik dışı olduklarından, özel eğitim görmemiş gözlemci için bu ikisi benzer ve hatta aynı görülebilirler”
diyor. (4)
Bu cümleyi, bizim dilimize çevirirsek,”Yunus’ca (ks)”söylersek, - Bir Ben vardır benden içeru - da ki”Ben”rasyonel kategorilere sığmaz çünkü güncel benliğin yâni”ben”in boyutları dışındadır. Ve bu”Ben”in davranış ve duyguları ilk bakışta delilik gibi görünse de, aslında delilik değildir ! Delilik, veliliğe benzer ama aynısı değildir. Kısaca Wilber ehil olmayan kişi delilik ile velilik arasında ayırım yapamaz diyor. Yine de bu durumlar arasında ayırım yapabilmek için bazı verilere sahibiz, bunları aşağıda açıklıyorum.
Ayırıcı teşhisteki sabit olgular :
· Kavrayış ve sözlü iletişim manevi veya mitolojik temalarla ilintili
· Kişi yaşadıklarını paylaşmaya hazır durumda
· Kavramsal dezorganizasyon yok
Ayrıca Lukoff psikoz öncesi olumlu pronostik belirtilerin de PSK ler ve psikozlar arasında tefrik edici teşhis için yardımcı olabileceğini söylüyor. Bunlar :
· hecme öncesi olumlu, makul hayat tarzı
· 3 ay veya daha kısa bir sürede semptomların akut olarak belirmesi
· psikotik hecme öncesi hazırlayıcı stres durumları
· kişinin yaşadıklarına yaklaşımda dostane tutumu
Benim bu söylenenlere eklemek istediğim olgularla da şunlar :
Psikozların aksine, PSK lerde, duygulanım açısından, yaşanan olağanüstü hadiseye yakın duygular yaşanır (synthym feelings). PSK lerde paratimi, yani konu ve düşüncenin muhteviyatına aykırı duygular daha az müşâhede edilir. Ayrıca şizofrenilerin seyrinde görülen hayatiyyet (vitality), aktivite, yapı (consistence), kimlik (identity) ve sınırlılık (demarcation) rahatsızlıkları(5) PSK larda hem aynı kalitede değildir ve hem de duygusal açıdan aynı değerleri taşımazlar. Meselâ tevhid/birlik bilinci durumunda, evrenle, yaratılmış âlemle birleşme hâlleri yaşandığında, kişinin sınırları geçirgenleştiği hâlde, kişi duygusal olarak”istila edilme“, yok olma kaygılarını taşımaz. (Ama bu durum bir manik hiperenflasyon durumunda da benzerlik gösterebilir!) Aktivite alanında da kişi meselâ cüz-i iradesinin külli irade ile birleştiğini yaşadığında, yâni dervişlerin tabiriyle mesela”ben değil de bendeki konuşuyor”bilincine geçtiğinde yine bu değişim beraberinde kaygı getirmez. Gurur vs… gibi bildiğimiz sıradan duygular da burada müşâhede edilmez, büyüklerimizden öğrendiğimize göre bu durumda yaşanan bir tür duygular ötesi”duygusuzluk duygusu”dur. (Fena’ hâli)
Duygusal açıdan bildiğimiz kategorilere sığmayan duyguların yaşanması kişinin yaşadıklarını değerlendirmede bizi yanlış yorumlara sevk edebilir. Kitabımızın ön bölümlerinde bu lâtîf duyu ve duygulara biraz temas etmeye çalıştık. Anladığım kadarıyla batı dünyası, kendi öz maneviyat âleminden kopmuş ve oluşturduğu - rûhbilim - ekolleri de o dar görüş alanının sonucu olarak, lâtîf duygulara yabancılaşmış. Ama biz binlerce senelik çok zengin bir maneviyat geleneğinin varisleriyiz ve o gelenek halâ tükenmedi. Biraz kendimizi ciddiye alsak ve o”hâlleri”yaşayan o mubarek insanları”laboratuar fareleri”gibi değil de, bilinen gerçeğin ötesinde bir gerçekle iç içe olan, yüksek boyutlarda yaşayan insanlar gibi görsek, hem bizim insana bakışımız zenginleşir, hem de bilim dünyasında evrensel sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluruz. Belki de yüce Mevlâ’mız nasîb eylerse batı psikolojisini”lâtîf duygularla”yeniden tanıştırır, insan olmanın gerçekte ne anlama geldiğini onlara anlatabiliriz. Hâlihazırda bilimsel araştırma ve yayın açısından dünya standardları düzeyinde içinde bulunduğumuz acıklı durumu hepimiz biliyoruz. Hep kötü bir kopyacılığa mahkum olmak zorunda mıyız ?
Evet tefrik edici teşhis bahsinde geriye kalan en önemli öge kişisel tecrübedir. Bu nedenle İnternet’ten (www.benotesi.net) PSK ler çerçevesinde vakalar sunmaya çalışacağız ve bu konuda arkadaşlarımızın katkılarınızı bekliyoruz. Hepimiz bir öğrenme sürecinin başındayız ve amacımız acı çeken insana yardım etmek, Rabb’imiz bizi utandırmasın, bilgimizi ilme çevirsin, ni’yetlerimizi hâlis kılsın.
PSK lere Tedavi Açısından Yaklaşım
Bu tür yaşantı geçirmiş veya geçiren insanın birinci sorunu yaşadıklarına bâzen kendisinin bile inanamamasıdır. Bu nedenle yaşadıklarını paylaşmak, önceki vâroluş tarzı ve dünyaya bakışı da göz önüne alındığında, kişiye çok zor gelebilir. Genelde”deli”olarak damgalanmak korkusu ağır basar. Özellikle bu kişi önceden maneviyatın, inancın pek önemsenmediği materyalist bir ortamda var olmuşsa, yaşadıklarından aşırı derecede ürkmesi, hatta paniğe girmesi, çıldırıyorum korkuları yaşaması doğaldır. Uç yaşantıların (peak experiences) tipik özelliklerinden birisi, kişinin yaşadıklarının doğruluğu konusunda sarsılmaz bir inanca sahip olmasıdır. Ama rasyonel akıl olayı kabullenemez, akıl ve yaşananlar arasında çelişki ne denli yüksekse,”şok”da o denli yoğun olabilir. Tüm bu nedenlerle terapistin yaklaşımında eşduyumlu, anlayışlı, sabırlı oması gerekir. Takdir edersiniz ki eğer terapist yaşanan olaya kuşkulu veya küçümseyerek bakıyorsa, kişi metakomünikatif düzeyde bu tutumu hemen hisseder, çelişki, şüphe ve kaygısı daha da artar. Tabi ki ideal durum, terapistin kendisinin de benzer bir durumdan geçmiş olmasıdır, burada eşduyum en yüksek düzeyde gerçekleşir. Bu anlayış, eşduyum boşluğunu aşmanın en etkin yollarından birisi, benzer durumu yaşamış insanlar arasında grup terapisi oluşturmaktır. Mesela reanimasyon sonrası yaşantılar gurubu gibi.
PSK leri yaşamış insanlarda çok değişik duygularla karşılaşabiliriz. Olumlu yaşanan duygulara bakarsak, bunlar, huzur, huşu, coşku, vecd (esrime, ekstaz), tüm varoluşa karşı önceden yaşanmamış bir tür sevgi üstü sevgi / merhamet, tüm varlıklarla bir olma, aynı kaderi paylaşma … gibi olabilirler. Olumsuz açıdan, keder, depresyon, düş kırıklığı, huzursuzluk, öfke, değişik oranalarda kaygı, suçluluk, yetersizlik duyguları olabilir.
Eğer kilinik durum gerektiriyorsa bir müsekkin (benzodiazepin tipi sedatif) veya daha ağır durumlarda nöroleptik gücü düşük bir nöroleptik (klorpromazin) kullanılmalıdır. Teşhis belli olmadan ağır bir nöroleptik kullanmak tüm süreci kamufle edebilir. Hele hele bir kongrede bir meslekdaşımdan duyduğum, ilk psikotik atakta depo nöroleptik kullanmak, hem şizofreniler açısından ve tabi ki PSK lerde kabul edilemez bir tutumdur.(c)
İlaç tedavisinde amaç olayı bastırmaya yönelik değil, acı veren semptomları azaltmaya yönelik olmalıdır. Her halukârda PSK lerde ilaç tedavisi zaman içersinde sınırlı olmalı ve destekleyici, araştırıcı psikoterapiye paralel gitmelidir. Yaşanan olayın neden hayatın bu döneminde yaşandığı, fenomenolojik / varoluşcu bir analizle açıklığa kavuşturulursa hem kişinin kaygı düzeyi düşer, hem de ileriye dönük gelişimi açısından önemli veriler kazanılmış olur. Unutmayalım ki PSK bizim inancımıza göre duraklayan gelişim sürecini harekete geçirebilecek ilâhi bir lütufdur. Akut dönem geride kaldığında, yaşanan olaylar kişiliğe entegre edildiğinde, alternatif bilişsel durum (altered consciousness state) demistifiye edildiğinde, kişi artık bu duruma âşina olduğunda, mücadelenin ilk aşaması kazanılmış demektir. İnsan birkez daha benzer olaylar yaşasa da artık şoke olmaz, yıkılmaz.
PSK leri Tetikleyen Süreçler
PSK leri insan gelişiminin bir aşaması olarak görürsek, seneler boyu süregelen hayat yolculuğunun, bu yolculukta yaşanan duygusal birikimlerin, oluşturulan rollerin / alt kişiliklerin bizi getirdiği”varoluş konumunu”anlamamız gerekir. Ben şu ânda hayatımın neresindeyim, nerede, nasıl duruyorum soruları, bazen farkına varmasak da, içimizde, kendi kendimizle yaşadığımız iç diyaloğun bir yönüdür. İşte bu - gizli muhasebe - yapılırken, dış dünyamızda karşılaştığımız olağan veya olağanüstü bir hâdise bizim hayatta oluşturduğumuz hassas dengeyi bozabilir. Bu hâdise, beklenmedik bir hastalık, kaza, ölümle burun buruna gelme veya geçici bir süre ölüm, tabii felâket, aşırı fiziksel zorlanma, uzun süreli uykusuzluk, doğum / düşük, bir yakınını kaybetme, sevdiğinden ayrılma, boşanma, işini kaybetme / emekliliğe ayrılma, hayat ritminde ani değişiklik, göç, aşık olma, uzun süreli halvet, uzlet, inziva, meditasyon olabilir. Gördüğümüz gibi tetikleyen olay, sadece içimizde uzun bir süre sürüp gelen süreci, bardağı taşıran son damla gibi, harekete geçirebilir. Dolayısıyla tedavi açısından büyük önem taşıyan, kriz sonrası geriye dönük fenomenolojik/varoluşcu analitik yaklaşım, tüm sürecin anlamını meydana çıkartır.
Kültürlerarası PSK Farklılığı
Yapılan araştırmalar bazı PSK lerin kültürel arkaplan, gelenekler ve o yörede hakim olan maneviyat birikimi ve din ile alâkalı olduğunu gösteriyor. Grof/Grof’un”Spritual Emergency”adlı kitabına katkıda bulunan araştırmacılar kendi uzmanlık alanlarındaki PSK leri derinliğine incelemişler. Şamanik kriz diye tanımlanan ve şamanizmin halâ etkin olduğu toplumlarda müşâhede edilen PSK binlerce senedir o toplumlarda yaşanan ve psikozlarla sınırları yeterli derecede belirgin bir rûhsal gelişim süreci. Bu konunun uzmanı H.Kalweit değişik kültürlerde izlenimler yapmış bir araştırmacı. (6)
Bir başka PSK tipi ise”Kundalini Uyanması”, Grof’ların kitabında Kaliforniya’lı psikiyatrist L.Sannella tarafından etraflıca anlatılıyor. Daha ziyâde Hint alt kıtası manevi geleneklerini yaşayanlarda müşâhede ediliyor. Çok kısa bir tanımlama verirsek: Kundalini bu yörelerde, omuriliğin en alt bölümünde”uyuyan bir enerji”olarak tasvir ediliyor. Yoga ve meditasyon metodları ile bu enerji uyandırıldığında, başın en yüksek noktasına doğru yavaş yavaş yükseliyor ve bu süreç bu kültürlerde”aydınlanma”diye tanımlanıyor. Yükseliş esnasında bu enerji takılma noktalarına vardığında (stress points or blocks) bazen ağrı vererek bu blokları kaldırıyor. Yukarıda sözünü ettiğim meslekdaşımız bir de Kundalini kliniği açmış.
Bu arada Kundalini ile size iki komik hikâye anlatayım. Birincisini zannedersem Bloofeld adlı bir doğu bilgeliği uzmanın kitabında okumuştum.
Bloofeld Himalaya’larda mağaralarda hayatlarını meditasyon ile geçiren insanlardan birisi ile karşılaşmış ve şu akıl almaz manzarayı görmüş: Sayısı artık belli olmayan seneler boyu bu mağarada yaşayan yaşlı adamın kafatasının oksipital bölgesi hafifçe içeri göçmüş ve rüzgârın orada biriktirdiği tozların içinde bir çiçek açmış!
Evet 30 sene boyunca bir”altın top”un omuriliğin en altından başın en yüksek noktasına inip çıktığını tahayyul eden bir”çiçekli dede“!
İkinci olay bizim kültürümüzle ilgili :
Şimdi Hakk’a yürümüş Mürşidlerimizden birisi (ks) genç dervişlik döneminde Çanakkale’de bir tekkeyi ziyaret etmiş. Topluca ayakta yapılan devran zikrinde - bu tür toplu zikirde Şeyh Efendi ortada durur - bizim İstabul’lu derviş bâzı Çanakkale’li derviş kardeşlerinin vecd hâlini biraz fazla yoğun yaşadıklarını düşünmüş ve”bana Şeyh’lerinin ne denli güçlü olduğunu göstermek için numara yapıyorlar”diye içinden geçirmiş... Kısa bir süre sonra Şeyh efendinin sarığından aşağı doğru kalbe doğru inen bez kendisine dokunduğunda, elektrik çarpar gibi olmuş ve gözlerini hastahanede açmış!
Evet anlaşılan şu ki, akupunktur benzeri bazı bilimsel olarak kanıtlanmış metodların gösterdiği gibi insan bedeni, modern tıbbın açıklamasını daha yapamadığı, bazı iç kanallar ve enerjiler zenginliğine sahip görünüyor.
Şamanik kriz ve Kundalini uyanmasına kısaca temas ettikten sonra gelelim bizim İslam ve tasasavvuf medeniyetimize. Öncelikle söylememiz gereken bu konularda yapılan bilimsel araştırmaların yetersizliği. Batıda yayınlanan tıbbi makalelerin bile sadece % 0.008 nin din ve maneviyat konusunda olduklarını göz önüne alırsak, bizdeki”özel durum”da bu oranın bile çok altında olduğumuz meydana çıkar. Hâlbuki Türk halkı arasında bir anket yapsanız ve”hayatınızı yönlendiren en önemli olgu”nedir diye sorsanız, alacağınız cevabı herhâlde tahmin ediyorsunuz. Halkımızın bu temayülüne rağmen, biz bilimadamları başka bir âlemde yaşıyor ve istesek de istemesek de halkımıza yabancılaşıyoruz. Zâten önyargılarla dolu bir bilimsel araştırma yapılsa bile bu şartlarda ne denli sağlıklı olabilir ki?
Kundalini klinikleri açılırken, Japonya’da Zen ile bağlantılı Morita terapisi merkezleri kurulurken ve bu tedavi metodu ülke sınırlarını aşarken biz nerelerdeyiz?
Şimdi bir an önce yapmamız gereken bizim kültürümüzde karşılaştığımız olağanüstü manevi yaşantıları önce ciddiye almak sonra da verileri bir merkezde toplamak. Bendenizin bu konuda biraz tecrübesi var fakat takdir edersiniz ki bu konu bir ekip çalışması gerektiriyor. PSK nin varlığını bildikten sonra gözlemlediğimiz vakaları, PSK kapsamına girmeyen ama uç yaşantı (peak experience) değeri taşıyan deneyimleri, psiko-dinsel krizleri (yeni bir inanç sistemini kabul veya terk, din adamından sukûtu hayâle uğrama, günah sonrası depresyonu…), olağanüstü, hayatta değişiklik yaptırabilecek”büyük rüyaları” sınıflandırmamız lâzım. Ayrıca meselâ”meczub”luk nedir, sıklığı, uzunlamasına gözlemi, çok ilginç bir araştırma konusu olabilir.
Şimdi gelin DSM IV deki Psikospritüel Kriz Kavramı nasıl gelişti, kısaca bir göz atalım.
Lukoff ve arkadaşlarının İnternet’te ki makalelerinden öğrendiğimize göre, Kaliforniya’ da C.Groof ve Esalen merkezi işbirliği ile kurulan”psikospritüel kriz ağı / spritual emergency network”DSM araştırmacılarını manevi sorunlarla da ilgilenmeye yöneltmiş. 1985 de Transpersonal Psikoloji dergisinde Lukoff”psikotik nitelikli manevi yaşantılar / mystical experience with psychotic features” diye yeni bir teşhis kategorisi önermiş. Bu yeni kategori ile DSM-III-R deki basit yas / uncomplicated bereavement arasında bir benzerlik görülmüş. (Bilindiği gibi basit yas reaksiyonu V kodunda bir rahatsızlık, yani akıl hastalıkları kategorisine girmiyor) Tıpkı sevdiği bir insanı yitirme tabii tepkisel bir reaksiyon olarak algılandığı,”ağır depresyon / major depression”gibi telâkki edilmediği gibi, psikospritüel krizlerde hastalık muhtevasına alınmamış. Bu arada psiko-dini / psychoreligious problemlerle (mesela inanç kaybetme veya yeni bir inancı benimseme), psiko-manevi / psychospritual problemler arasında da bir ayırım yapılmış. DSM IV de ki kültürel sorunlara hassasiyet nedeniyle görev komisyonu zâten bu yeni kategoriyi incelemeye hazırmış. Yeni kategorinin avantajları, teşhisde isabet, dini ve manevi konularda yanlış teşhisin zararlarını azaltma, tedavinin bu durumlarda kalitesini yükseltme, klinik araştırmalara yol açma ve eğitim merkezlerinin programlarına dini ve manevi konuları almaları doğrultusunda, görülmüş.
Evet efendim - darısı bizim başımıza - , bu konuların ilerde ilginç gelişmelere sahne olacağı kanaatindeyim. Nefs yapısı anlaşıldıkça - delilik - kavramı biraz değişecek gibi görünüyor. Ama gelin şimdi - baklanın nefâsetine -, - din, mâneviyat, psikoloji ve psikiyatri - sıcak alanına girelim !
Dipnotlar
(a) Bu makalenin hazırlanmasında S.Grof ve C.Grof’un”Spritual Emergency”kitabından büyük ölçüde yararlandım, kendilerine teşekkür eder, konuyla ilgilenenlerin bu kitabı okumalarını tavsiye ederim.
(b) sceptical existential position
(c) Bilindiği gibi zâten, malum yan etkileri nedeniyle (nöroleptik malignant sendromu…) depo nöroleptik, aynı nöroleptiğin depo olmayan terkibinin gözlem altında tedrici olarak arttırılmasından sonra verilir.
Kaynaklar
(1) T.von Uexkühl, Psychosomatische Medizin, Urban Schwarzenberg 1986
(2) NDE, Lancet, December 15 2001
(3) From Spritual Emergency to Spritual Problem : The Transpersonal Roots of the New DSM-IV Category. D.Lukoff, F.Lu, R.Turner
(4) Walsh R./.Vaughan T., Pre/trans fallacy in, , Paths Beyond Ego (pp 124-130)
(5) Sharfetter.C, Burghölzli, 1986 (özel eğitim notları)
(6) Kalweit H, Dreamtime and the Inner Space. The world of the Shaman, Stanislav Grof, M.D. and Christina Grof, Spritual Emergency, Tarcher Putnam 1989 (113)
Bu Makale www.benotesi.com sitesinden alıntılanmıştır.