1 - A Beautiful Mind (Ron Howard, 2001)
– Bunu akılla çözemezsin!
– Neden? Niye çözemem!
– Çünkü aklın zaten problemin yuvalandığı yer!
cehennemi “sonsuz tekrar” olarak tahayyül ettiğini söyler.
Bana göre cehennem, tam olarak John Nash’in yaşadığı şeydir. Yaşam ile bağlantısını akıl üzerine kurmuş, aklı ile başarılar kazanmış bir insanın tek
güvendiği hazinesini kaybettiğini görmesi bir tarafa, kişinin yaşamaya devam etmek zorunda oluşudur. Her saniyesinde kaygı, her hareketinde beynine hücum
eden binlerce, yüzbinlerce veri ve bununla ömrünün kalanını geçirmek zorunda olmak. Şizofreni, beynin bir nevi DDoS saldırısına uğramasıdır.
Oysa bunu anlayana değin, yani o verilerin sistematik bir düzende olmadığını, sadece sayılamayacak çoklukta kanserli düşünce olduklarını anladığı zamana
kadar Nash için hayatta başarılacak çok şey vardır. Hepsini geride bırakmak zorunda kalır. Gelecek vaat eden parlak bir akademisyenden ders çalışmaya
çalışan sakar bir çömez konumuna düşmeyi göze alır Nash. Bunu ona yaptıran aklı, planları değildir. Kalbini dinlemesidir. Ait olduğu yere kendisini götürecek olan kalbini.
Oyun Teorisi‘nin sahibi ünlü matematikçinin hayatını konu alan filmde, Bayan Nash eşine şöyle der: “Çözümü araman gereken yer aklın değil. Sorun aklında
da olsa çözümü bulabilirsin. (Elini kocasının kalbine götürerek) Bunun rehberliğinde.”
Nash öyle yapar. Bu sayede hikayesi insanlık tarihine uğur olur.
2 - A Woman Under Influence (John Cassavetes, 1974)
Beyazperdenin efsanevi aktrislerinden Gena Rowlands’ın canlandırdığı Mabel, zamanının çok büyük bir bölümünü ev işleriyle ve birkaç yaş arayla doğan üç çocuğunu büyütmekle geçiren, kırılgan bir kadındır. Kendi deyimiyle beş temel özelliği vardır: Aşkı, arkadaşlığı, ailesinin rahatı, anneliği ve tamamen kocasına ait oluşu… İstediği tek şey etrafındaki herkesin mutlu olduğundan emin olmaktır.
Orta sınıftan bir Amerikan ailesinin buhranlarını, toplumsal ödevleri yığına dönüşen bir kadın karakter üzerinde merkezleyen yönetmen, herkesi memnun etmenin olanaksızlığının yanına “Toplum bir kadından ne bekler?” sorusunu ekleyerek başkarakterinin kimlik krizini peliküle dökümlüyor. Gena Rowlands ise sinema tarihinin en başarılı kadın oyuncu performansları arasında gösterilen oyunuyla bu krizi bizzat “yaşıyor”. En nihayetinde, filmografisine başrolünde hayat arkadaşı Gena Rowlands’ın oynadığı on film sığdıran John Cassavetes’in en önemli filmi ortaya çıkmış oluyor.
3 - American Psycho (Marry Haron, 2000)
Gençsiniz, iyi bir işiniz var. Çok yakışıklısınız. Sabah ritüeliniz adeta kapitalizme tapınma ayini gibi. Kendinize bakmasını iyi biliyorsunuz, bir pamuklara sarmanız kalıyor. Hatta bu dünyada bir tek kendiniz varmış gibi davranıyorsunuz. Rakipsiz olmalısınız. Etrafınızdaki herkes sizin enerjinizden, güzel cildinizden çalıyor ve nişanlınızla yasak hastalıklı aşkınız epey sinirinizi bozuyorlar.
İyi gelen tek şey müzik. Her parça, her albüm size başka ufuklar açıyor. Tabii fahişeler bilemez bunu. Çok güzeller, ama cahiller. Cahil ve ruhunuzu okşayan cinsten. Konuşmadan dikkatle sizi dinlerler ve egonuzun “kulesi” olan uzvunuzu çok güzel tatmin ederler. En mükemmel kadın, konuşmayan kadındır.
Bitirilmesi gereken bir iştir hepsi ve siz de altın vuruşsunuz. Aynada ne kadar da muhteşem görünüyorsunuz!
Tabii mükemmel eviniz kadar diğer mekanlar da değerlidir. Nerede yer ayırtabildiğiniz sizi siz yapar. Kendinizi böyle bir dünyada sürekli ıspatlama çabası içerisinde olmak ya da yerini korumak için bu kadar uğraşmak sizi yormaz mı? Yorar tabii, bütün narsist ruhları yorduğu gibi. Zamanla da çıldırtır. Materyal fetişizmi, biraz müzikle birleşerek bir delilik senfonisi yazar, elinize nota yerine bazen bir balta verir, bazen de testere.
Kontrolden çıktığınızı size anlatmaya çalışan, benliğinizin o küçücük parçası Patrick Bateman da yok olduğunda, artık dizginler American Psycho‘nun elindedir. Ve o asla katarsise inanmaz.
4 - Black Swan (Darren Aronofsky, 2010)
Naif, kırılgan bir genç kız Nina. Her adımı hesaplı, hayatı tek odaklı. Annesinin kontrolcü, baskıcı tavırları bastırmış içindeki siyah tarafı. Öyle narin, öyle ürkek ki kimse inanamıyor zıtlıkları bedeninde ve ruhunda taşıyabileceğine. Oysa hırslı. Mükemmel olacak, sonra da kendi yarattığını yok edecek kadar hırslı.
Keskinliğiyle kırılgan tarafını törpülüyor, hırsıyla masumiyetini köreltiyor, siyahıyla beyazını boğuyor. Kendinden zıttını doğuruyor ve simsiyah bir kuğu olup süzülüyor sahneye.
Siyah ve beyaz kuğu dikotomisinde zirvedeki yalnızlığı, insanoğlunun doyumsuzluğunu anlatıyor bizlere Aronofsky. Filmin sonunda aklımıza şu soru takılıyor: Hangimiz düşürebiliyoruz içimizde onlarcasını taşıdığımız maskelerimizi, hangimiz tek bir tanesini takıp sonuna kadar gidebiliyoruz hayatın?
Beyaz ne kadar karanlık aslında, ve siyah ne kadar aydınlık?..
5 - David & Lisa (Frank Perry, 1962)
Kafiyeler bir genç kızın ruhunu bölünmekten nasıl koruyabilir? Ya da insanlar dokunduğunda öleceğini zanneden zeki bir çocuğun saatlere olan takıntısı nereden gelir? 1962 yapımı David and Lisa’nın hikayesi, ruhsal sorunlar yaşayan ergenlik çağındaki gençlerin tedavi gördüğü ve eğitildiği bir okulda geçiyor.
Annesi David’in bir an önce oradan kurtulup eve dönmesini istemektedir. Çünkü etki alanının dışında kalacak ve David’i oradayken kontrol edemeyecektir.
Yaşadıkları çatışmalar sonrasında oğlunu evde tutmak için uğraşır ancak David, kişilik bölünmesi yaşayan, tekerlemelerle konuşan, saf bir sevgiyle bağlandığı Lisa’dan da ayrılmak istemediği için yeniden okula kaçar.
İki gencin aralarında filizlenen ilişkiyi sekteye uğratan şey aslında onları aynı zamanda birleştiren hastalıklarıdır. Lisa’nın utangaç ve kıskanç tavırlarıyla başına açtığı bela, yine onları en güzel şekilde bir araya getirir. David and Lisa (1962), deliliğin en tatlı hallerini anlatan filmler arasında ön sıralarda rahatlıkla yer alabilir.
60 - Donnie Darko (Richard Kelly, 2001)
Richard Kelly’nin ilk filmi Donnie Darko ile çok sıkı bir başlangıç yapmış ve adından bolca söz ettirmişti. Bir zaman yolculuğunu merkezine alan film,
Donnie adındaki gencin geceleri uyurgezer olmasını, Frank adında tavşan maskesi takan hayali bir arkadaşıyla olan ilişkisini ve terapi süreçlerini anlatır.
David Lynch sinemasının sahip olduğu tuhaflıkları ve tatları andıran ancak çok daha farklı bir çeşni sunan Donnie Darko, genç karakterin psikoloğuyla birlikte geçirdiği terapi süreçleriyle de dikkati çeker. Donnie’nin bilinçaltına giren seanslar sayesinde onun psikolojik bunalımına şahit oluruz ve aslında tüm bu sıradışı anlatının onun ruh dünyasındaki karmaşadan ve ergenlik dönemi krizlerinden ibaret olduğunu düşünürüz.
Richard Kelly, sonraki filmlerinde aynı başarıyı gösteremese de, Jake Gyllenhaal’ın yıldızını parlatan filmi Donnie Darko, günümüzün kült filmleri arasında kabul ediliyor.
7 - Elling (Peter Næss, 2001)
Annesi öldükten sonra, onsuz nasıl yapacağını bilemeyen Elling, iki yılını klinikte oda arkadaşı Kjell Bjarne ile geçirir. Tedavileri biten muhteşem ikiliye, artık hayata karışmanın vakti geldiğini söyleyen Norveç kurallarına göre; kliniğe geri dönmemek için sosyalleşebildiklerini ve yaşantılarıyla ilgili bir tökezleme yaşamadıklarını kanıtlayabilmelidirler. Bir tür denetimli serbestliğe tabi tutularak, sosyal sorumluları olan kişi gözetiminde bir eve yerleştirilecek ve periyodik aralıklarla da kontrol edileceklerdir. Oysa sokağa çıkmaktan tutun da alışveriş etmeye kadar, yahut telefonla konuşmaktan birine söylenen alelâde bir ‘merhaba’ya kadar her şey öyle zordur ki onlar için.
Çekildiği yıl, Yabancı Film dalındaki Oscar adaylarından biri olan bu tutunma öyküsü, Peter Naess tarafından çekilmiştir. Tam şöyle bir silkelenip, tüm umutsuzluklarımızı yatıştırmak için yapılmış gibidir. Kaçıklık, can sıkıntısına çok iyi gelecek!
8 - Fight Club (David Fincher, 1999)
Kadın yok. Doğurganlık, doğa, barış, tolerans, sanat, sükut ve hayal de yok. Umut da. Ümit etmek, affetmek. Bunların hiçbiri yok. Şayet değer adına söylenecek bir şey varsa, o da yeterince yüklü olduğumuzdan mütevellit. Boşalmalıyız.
Gerçek olan, kendimizi bulduran şey. Bu kadar adamı koşulsuz buna itaat ettiriyorsa, Fight Club’da herkesin kendini bulduğu bir şey var.
Ama yanında kendimi en gerçek hissettiğim lider aslında sadece zihnimde. Peki zihnim nerede?*
* Where is my mind? Fight Club Orijinal Film Müziği, Pixies, 1988
9 - Hour of the Wolf (Vargtimmen, Ingmar Bergman, 1968)
Bir insanı delilik eşiğinden onunla birlikte geçecek kadar çok sevebilir misiniz? Ne noktaya gelirse gelsin onu en gizliden bile olsa dışlamadan, onunla birlikte yürüyebilir misiniz?
Peki ya bunu yapmanıza rağmen onu kaybedecek olsanız? Yine de onunla birlikte delirmeyi göze alır mısınız?
Pişmanlıkları, geçmişinde temellenen suçluluk duyguları, tatminsizliği ve korkuları, o güzel imgeler üreten kafayı tıka basa doldurur. Borg‘un çevresini hayaletler sarar. Karısı Alma ne “şehre dönelim, burası sana yaramıyor” der, ne “doktora gidelim”, ne de “ben gidiyorum, yeter.” Delirişinin her safhasında, yanındadır. Hayaletleri Alma da görür, onların sadece Johan‘ı istemelerine rağmen.
“Gerçekle hayalin en çok birbirine girdiği, REM uykusu saatidir Kurdun Saati. Kabusların en yoğun görüldüğü ve insanların uykuda en çok öldüğü saat. Aynı zamanda en çok çocuğun doğduğu zaman dilimi.”
İnsanı hayattan çekip alan ve yerine yeni insanlar koyan saat, Borg için başlamıştır, kendi seçtiği yalıtılmışlıkta.
10 - House of the Haunted Hill (William Castle, 1959)
Zaman ötesi filmlerden olan House of the Haunted Hill; hem kurmaca ve tek mekanlı korku filmlerinin ilkidir, hem de türün ilk auteur yönetmeni William Castle tarafından çekilmiştir.
Aristokrasiyi mükemmel hicvetmesinin yanı sıra, House of the Haunted Hill filmi; Nora’nın işi Fredrick Loren’i öldürmeye teşebbüs edecek kadar ileri götürdüğü sahneden de anlayabileceğimiz gibi, histeri krizlerini ve delirmeyi, “dışarıdan gelen etkilerle” insanın nasıl bambaşka bir yaratığa dönüşebildiğini de son derece ustalıkla hikâyelemektedir.
11 - Lunacy (Sílení, Jan Svankmajer, 2005)
Çek sanatının ayrıksı ustası, çok yönlü sürrealist sanatçı Jan Svankmajer’in 2005 tarihli filmi Lunacy, Edgar Allan Poe ve Marquis de Sade üzerine bir etkileyici bir saygı duruşu. Lunacy, akıl hastalarının hastane sınırları içinde tamamen özgür ve büyük baskı altında yaşadığı iki farklı gerçekliği gösterip ikisinin kötü yanlarının bir karışımı olarak nitelediği farklı bir gerçekliğe seyircinin
Lunacy, hastanenin yöneticiliğinin ele geçirmiş ve hastalara mutlak özgürlük sağlayan bir metodu uygulayan oldukça tuhaf bir ikilinin yarattığı düzenin, hastaneye gelen genç bir adam tarafından bozuluşu üzerinden şekilleniyor. Kliniğin “gerçek” doktorlarının bir hücrede kapatıldıklarını öğrenen ve harekete geçen genç adam, onları özgürlüğüne kavuşturur. Bu mantıklı görünen hareketin bir adım sonrası ise büyük bir trajediye gebedir; zira bu tutsak grup en nihayetinde hastaları şiddet ile terbiye eden azılı bir çeteden başkası değildir. Hastanenin canlı, tuhaf ve kaotik ortamı hızlı bir şekilde korku düzeninin hakimiyetine girer.
Hiç şüphesiz Svankmajer’in dehası, filmine kattığı birbirinden fersah fersah uzak birçok ögeyi harmanlayış gücünde yatıyor. Lunacy, çağdaş zaman ile 18. yüzyıl yaşamından ögelerin, komik ve absürd anlar ile korku ve gerilim anlarının, canlı çekim ile sürreel stop-motion animasyon parçalarının enfes bir uyumla birleştiği kendine has bir anlatı yapısı tutturuyor. Çarpıcı imgelerle dolu bu karmaşık yapının ardında ise oldukça sert bir modern yaşam eleştirisi ve Hristiyan kültürüne karşı amansız bir saldırı bulunuyor.
12 - Misery (Rob Reiner, 1990)
‘’Ben bir numaralı hayranınım. Merak edecek bir şey yok. Sana çok iyi bakacağım. Bir numaralı hayranın benim!’’
Sinema filmlerinde daha çok yan rollerde karşımıza çıkan Kathy Bates, bu filmdeki sıra dışı Annie Wilkes performansıyla hem Altın Küre’yi hem de Oscar heykelini kazanmıştır. Deliliğin gerilim filmlerindeki en etkili kullanımlarından birine kaynaklık eden Misery, oyunculuk konusunda iyi bir referans olduğu gibi, bir kitabın senaryolaştırılması ve derinlikli kötü karakter yaratımı konularında da ders niteliğindedir.
Popüler seri romanlar yazan Paul Sheldon (James Caan) arabası ile karlı bir dağ yolunda giderken kaza yapar.Tenha bir bölgede meydana gelen kazada yolun dışına savrulan araba yoldan görülmeyecek bir şekilde kalır.Sheldon gözlerini açtığında kendisini kutarıcısı olan Annie Wilkes (Kathy Bates) 'ın evinde kırık bir ayakla yatarken bulur.Wilkes onun romanlarıdaki baş kadın karakter olan "Misery Chastaine" in fanatik bir hayranı çıkar.Eski bir hemşire olan Wilkes kendi imkânları ile Paul'un yaralarını sarar,ona birtakım ilaçlar içirir.Nekahat dönemi boyunca da Paul'un yeni bitirdiği henüz basılmamış son romanının tekstini ona okur,ancak kitabın sonunda Paul'un onun en sevdiği karakter olan "Misery" yi beklenmedik bir şekilde öldürdüğünü okuyunca birden çılgına döner.İstediği gibi sonu olan bir roman yazmaya zorlamak için de Paul'un ayağını tekrar kırarak onu iyice yatağa bağlar.İronik bir şekilde "Misery" kelime olarak "Acı,ızdırap" anlamına gelmektedir.
13 - Nostalgia (Nostalghia, Andrei Tarkovsky, 1983)
Tarkovsky’nin kendi sürgün zamanlarının özlem duygusuyla yoğurduğu filmi Nostalghia, İtalya’da sürgün hayatı yaşayan Rus şair Andrei Gorchakov’un 18. yüzyılda yaşamış bir Rus müzisyenin yaşamını araştırırken kendini deli olduğu söylenen bir adamın peşi sıra bulması üzerine oldukça dokunaklı bir hikaye anlatıyor.
Tarkovsky, bulunduğu memlekete yabancılığının yok olamayacağının farkındaki sürgün şairi ve günümüz dünyasına yabancılaşmış meczubu ile birlikte keder, hasret ve pişmanlıkla yoğrulmuş bir mucize yaratıyor. Bunu yaparken “delilik” denen şeyi de yorumlayıp günümüz yaşamında insanlığın geldiği noktayı tümden bir delilik, yok edici bir buhran olarak tasvir ediyor. Tarkovsky’nin tükenmek bilmeyen inancı da garip bir şekilde yüreğe oturan bu hüznü besliyor. Bu inanç, mekansal sınırları yok edebilen; insanın, mekanı ruhunda yeniden kurgulayabildiği bir kudrette, yaşama çaresizce tutunabilmenin bir yolu olarak vuku buluyor.
14 - One Flew Over The Cuckoo’s Nest (Milos Forman, 1975)
Ruh ve sinir hastalıkları temalı filmler denilince akla sanırım ilk önce Milos Forman’ın One Flew Over The Cuckoo’s Nest adlı filmi gelir. Birbirinden ilginç hastaları ve doktorlarıyla ve de Jack Nicholson’ın sergilediği göz doldurucu performansıyla hafızalara kazınan filmin ‘özgürleşme’ ve ‘toplumsal kurumlara tutsak olmak’ gibi konular üzerine oldukça etkileyici bir metafor sunduğunu söyleyebiliriz.
Gösterime girdiği yıl 9 dalda Oscara aday gösterilip ‘en iyi film’, ‘en iyi yönetmen’, ‘en iyi erkek oyuncu’, ‘en iyi kadın oyuncu’ ve ‘en iyi uyarlama senaryo’ dallarında olmak üzere 5’ini kucaklayan film, birçok eleştirmen tarafından tüm zamanların en iyi Amerikan anlatı sineması örneklerinden birisi olarak kabul ediliyor.
15 - Pi (Darren Aronofsky, 1998)
Düşük bütçeli ilk filmi Pi ile Darren Aronofsky oldukça zeki ve özgün bir çalışma ortaya koyar. Dâhi bir matematikçi olan Max Cohen evrenin sırrını çözmeye çalışmaktadır. Çünkü evinde geliştirdiği süperbilgisayar kendisine evrenin anahtarının tek küçük bir bilgide gizli olduğu fikrini verir. Max’ın bu niyetinden haberdar olan bir Wallstreet şirketi peşine düşer ve kendisini rahatsız etmeye başlar.
Pi, dâhiliğin bir yerden sonra deliliğe dönüştüğünü anlatan son derece etkileyici bir sinema deneyimi.
16 - Psycho (Alfred Hitchcock, 1960)
Bir korku ve gerilim klasiği olan Psycho, usta yönetmen Alfred Hitchcock’un bu tür konusunda ne denli usta olduğunu açık bir şekilde gösterir. Filmin ortasına kadar tekinsiz hava seyircinin peşini bir türlü bırakmaz ve sürekli başka karakterlerle, plaklarla, ilginç diyaloglarla yalancı ipuçları vererek yanıltır. Esas konunun ne olduğu anlaşılana kadar Hitchcock, seyirciyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Başkarakter sanılan Marion Crane’in filmin 40. dakikasında ölmesiyle şoka uğrayan seyirci artık Bates Motel’in sahibi Norman Bates’in ellerine teslim edilmiştir.
17 - Safe (Todd Haynes, 1995)
Amerikan sinemacı Todd Haynes’in 1995 tarihli filmi Safe, Julienne Moore tarafından canlandırılan Carol isimli bir kadının adım adım yitirdiği sağlığı üzerinden günümüz dünyasının içine düştüğü “insan-karşıtı” vahim tabloyu inceliyor.
Dikkatle bakıldığında çevresindeki her şeye belirli bir mesafede duruyormuş izlenimi veren Carol’un asıl uzaklığı kendi benliğiyle yaşadığını fark ederiz. Haynes, tekinsiz bir duygu yayan ses tasarımı ve geniş-boş çerçeveler içinde Carol’u resmettiği planlarıyla hızlı bir yıkımı başlatır ve seyirciyi de bu yıkıma ortak eder. Egzoz gazından nefesi kesilen, durduk yere burnu kanayan, kusan, fenalaşan Carol anbean hem zihinsel hem fiziksel gücünü yitirmeye başlar. Doktorlar ve psikiyatrlar hastalığına dair maddi veriler bulmakta zorlanırken Carol, bu hale gelmesini etrafını çepeçevre saran kimyasallara bağlar. İyileşebilmek için de çareyi kimyasal ürünlerden arındırılmış, korunaklı bir komün yaşamı vadeden bir sağlık merkezinde alır.
Haynes, bu genç kadın üzerinden resmettiği tükeniş hikayesinin her anını tedirgin edici dinginlikte bir atmosfer içinde deneyimlememizi sağlar. Filmin son bölümünde önemli yer tutan izole yaşam merkezi de zihnimizde oluşan soruların şiddetini arttırır. Carol ve başka bir sürü insan kimyasallardan arınarak iyileşebilecek midir? Hastalığa sebep olan şey bu maddi şeylerle açıklanabilir mi? Yoksa tüm bunlar bu kaotik çağın ruhumuzda açtığı gediklere yaptığımız yamalar mıdır? Hastalığımızın çaresi cidden var mıdır?
18 - Shutter Island (Martin Scorsese, 2010)
Daha önce de yine beyazperdeye uyarlanan Mystic River romanından tanıdığımız Dennis Lehane’nin aynı adlı eserinden sinemaya aktarılan film Shutter Island (2010)‘un yönetmen koltuğunda Martin Scorsese’yi görüyoruz.
Doktorlar, hemşireler, hastalar… Görüntüde her şey fazlasıyla sessiz ve sakin görünür. Doktor Cawley, çağdaşlarının aksine hastalarını iyileştirmenin yolunun onlara birey olarak saygı duymaktan ve onları dinlemekten geçtiğini söyler. Ancak Rachel hakkında bilgi veren doktor dahil, soruşturmada kimseden bilgi alamazlar. Ellerinde yalnızca 67 sayısının olduğu bir kağıt vardır. Ortamın tekinsizliği, izlerken gerginliği git gide arttıran karanlık melodilerle izleyicinin adeta içine işlenir.
Herkesin aynı şeyleri tekrarladığı adada, sanki hakikatin önüne bir perde çekilmiştir. Ancak Teddy bu gizemi çözmekte kararlıdır. Hayat hikayesini geri dönüşlerle de izlediğimiz Teddy’nin hikaye ilerledikçe flulaşan gerçeklik algısı, adanın ürküten terk edilmişlik haliyle kesişmeye başladığında biz de kime inanmamız gerektiğini sorar hale geliriz. Akli dengelerin sarsılmaya başladığı Shutter Island’da neler olmaktadır? Olanlar büyük bir komplo mudur yoksa bir şeyleri en başından kaçırmış mıyızdır? Film, başından sonuna kadar parçaları yapboz gibi birleştirmemizi sağlasa da son anda her şeyin baş aşağı döndüğü bir noktada bırakıyor bizi.
19 - Spider (David Cronenberg, 2002)
Akıl hastanesindeki tedavisinin ardından, çocukluğundan tanıdık olan muhitlerden birindeki derme çatma gözetim evine yerleşen Mr. Cleg’in çocukluk travmalarıyla dolu şizofrenik öyküsünü anlatıyor bize Spider. Sanki o gözetim evinde, kâh yaptığı pazılla, kâh çılgınca notlar aldığı küçük cep defteriyle hafızasındaki boşlukları bir örümcek gibi tamamlaya tamamlaya örmektedir. Her anımsayış, onu çocukluğun sandalyelerine oturtup durur.
Yönetmen Cronenberg’in, bu filmi yaparken ve Dennis Cleg karakterini oluştururken aklından izlek olarak sürekli Samuel Beckett’i geçirdiğini söylemesi ve hatta dikkatli bakıldığında fark edileceği üzere fiziksel olarak da karakterin Beckett’e benzerliği çok ilgi çekici.
20 - Teyzem (Halit Refiğ, 1986)
Küçük yaşlardan itibaren etrafındaki erkeklerin cinsel baskısına maruz kalan Üftade, huzursuz bir ortamda büyüyen içine kapanık bir kızdır. Gerçek anlamda bağ kurabildiği tek kişi küçük yeğeni Umur olur. Sevgilisi Erhan’ın şehri terk etmesi Üftade’yi her adımı daha kötü sonuçlara varacak bir vazgeçişe sürükler. Mutsuz bir evlilik ve ardından gelen boşanma sonrasında küçük kızıyla yeniden üvey babasının evine dönen genç kadının kimseye güveni kalmamıştır artık. Aradığı masum aşkı, sevilme ihtiyacını karşılamak için anılarına sarılır. Ne var ki o anılar arasında Üftade’nin ruhsal tükenişini hazırlayacak karanlık günler çoğunluktadır.
The Tenant (Roman Polanski, 1976)
Roman Polanski’nin Apartman Üçlemesi’nin son filmi The Tenant; bireyin kendi benliğinden uzaklaşarak şizofreninin esiri olmasını işleyen müthiş bir psikolojik gerilim. Polanski’nin harikulade oyunculuğuyla da göz doldurduğu filmin odağında ne adını, ne memleketini ne de ne iş yaptığını bildiğimiz Trelkovksy bulunur: Öyle bir adamdır ki Trelkovksy, sadece kendine sunulanla yetinir, arzularını hiçe sayar. Kahve ister sıcak çikolata gelir, Gauloises ister önüne Marlboro getirilir. Bunların hepsini kanıksanmış bir sessizlikle kabul etmesi, kendini kendi kimliğinden iyice dışlamasını ve çevresinin, ondan olmasını beklediği kişiye dönüşmesi sürecini de beraberinde getirir. Böylece kendi hayatındaki etkinliğini kaybeder, toplumun rol model bellediği kişi oluverir.
Trelkovksy’nin kimlik bölünmelerinin, aidiyetsizlik ve ötekiliğin sancılarının özenle işlendiği The Tenant; bireyin kendini toplum uğruna hiçe saymasının sonuçlarını alegorik bir anlatımla önümüze seriyor.
Twelve Monkeys (Terry Gilliam, 1995)
Birbirinden güzel müzikleriyle izleyeni etki altına alan Twelve Monkeys, geçmiş gelecek ve şimdinin birbirine geçtiği bir Terry Gilliam başyapıtı. İnsanoğlunun bir virüsle yok edileceğinin öğrenilmesi üzerine geçmişe yolculuk yapılmasını konu alan film, gelecekle savaşımı işlerken akılda kaderin değiştirilip değiştirilemeyeceği gibi sorular bırakıyor.
Sisteme yönelik derin analizler barındıran Twelve Monkeys; delilikle gerçeğin iç içe geçtiği, insanoğlunun yeryüzündeki şiddeti, yarattığı kaos üzerine eleştiriler getiren hikaye odaklı bir bilimkurgu. Brad Pitt’in göz dolduran oyunculuğunun da altını çizmeden geçmeyelim.
What Ever Happened to Baby Jane? (Robert Aldrich, 1962)
Bir zamanların iki büyük sinema starı Blanche ve Jane orta yaşlarını geride bırakmanın eşiğinde, aynı evde yaşayan kız kardeşlerdir. Ancak aralarında kökü çocukluk yıllarına kadar inen büyük bir husumet vardır. Daha küçücük yaşında babasıyla birlikte hazırladıkları vodvillerle ailenin göz bebeği olmayı başaran Baby Jane ününü ve aile içindeki konumunu genç kızlık yıllarında ülke çapında bir aktriste dönüşen ablası Blanche’e kaptırır. Etraflarındaki insanlar üzerindeki rolleri sürekli olarak değişen ikilinin hayatlarındaki asıl kırılma trajik bir trafik kazasıyla olur. Blanche bu kazadan sonra tekerlekli sandalyeye mahkum kalır, kazanın zanlısı durumundaki Jane ise hayatı boyunca ona bakmakla yükümlü hissetmektedir. Lakin hırsın ve çocukça bir kıskançlığın yön verdiği bitmek bilmeyen rekabetleri, Baby Jane’in akıl sağlığını; kardeşinin merhametine muhtaç yaşayan Blache’in ise hayatını tehdit etmektedir.
Karakterlerini ardı arkası kesilmeyecek bir ego iflasına maruz bırakan filme, kaybetme duygusunun ve vicdan azabının tetiklediği müthiş bir gerilim hakimdir. Klasik Hollywood’un iki dev ismi Joan Crowford ve Bette Davis ikilisinin karşılıklı olarak döktürdükleri What Ever Happened to Baby Jane? (1962), etkisi yıllarla ölçülemeyecek kadar ölümsüz, dört başı mamur bir sinema klasiği.