Psikoloji Bilimi Hakkında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar

Fahri Sarrafoğlu, Dunyabulteni.net sitesi için Danışman Psikolog Mücahit Gültekin'le yaptığı röportajda "Modernite, psikoloji ve insan algısı"na dair çarpıcı tespitlere yer verdi.

Fahri Sarrafoğlu, Dunyabulteni.net sitesi için Danışman Psikolog Mücahit Gültekin'le yaptığı röportajda "Modernite ve insan algısı" na dair çarpıcı tespitlere yer verdi.

Ruh bilimin kendisini ifade eden terminolojik algısından, insana dair ürettiği savlara kadar moderniteyle çelişkili ilişkisini hem kavramsal hemde entellektüel açıdan irdeleyen Mücahit gültekin, Psikoloji bilimini fizyologların kurduğunu ifade ediyor.

İlaç şirketiyle bilim adamlarının kirliği ilişkilerini bir araştırma bulgusuna dayandıran gültekin şunları söylüyor: "Casgrove ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırmaya göre (Psychotherapy and Psychosomatics dergisinde 2006 yılında yayınlandı) DSM IV'ü yazan panel üyelerinin %56'sının ilaç şirketleriyle ilişkisi olduğu ortaya konuldu"

Oldukça önemli ve çarpıcı tespitlerin yapıldığı keyifli söylesşinin ayrıntıları şöyle:


Fahri Sarrafoğlu / dunyabulteni.net


İnsanlar ve bilhassa Müslüman dindarlar, özellikle son yirmi yıldan bu yana psikolojik açıdan hastalanabileceklerine inandırıldı. Hatta böylesi bir söylemde bulunmak bir gelişmişlik seviyesi olarak algılandı.

Danışman Psikolog Mücahit Gültekin ile Dünyada ve Türkiye'de psikoloji üzerinde kısa bir söyleşi yaptık. Özellikle bugüne kadar doğru bildiğimiz bazı yanlışların olduğunu kendisinden öğrendik. Neydi bu yanlışlar: Birincisi, Müslümanların, özellikle son yirmi yıldan bu yana psikolojik açıdan hastalanabileceklerine inandırılması. Hatta böylesi bir söylemde bulunmak bir gelişmişlik seviyesi olarak görülmesi için çaba sarfediliyor. Diğer doğru bilinen yanlış ise, psiklojik  problemler de diğer hastalıklar gibi denmesi.  Nasıl ki midemiz ağrıyınca doktora gidiyorsak, depresyona girdiğimizde de doktora gitmeliyiz...Yine Gültekin'e göre mevcut psikloji insanın İnsanın ilahi, aşkın ve manevi yönünü dışlıyor...İşte röportajın ayrıntıları

KÖRLERİN FİLİ TARİFİ GİBİ

Türkiye'de psikoloji  deyince ne anlaşılıyor sizce, ve aslında ne anlaşılması gerekiyor...

Psikoloji kendini "bilim" olarak takdim ediyor. Bunun anlamı şudur: Psikolojinin ürettiği bilgi gözlenebilir, deneylenebilir, ölçülebilir bir bilgidir. Dolayısıyla "metafizik" olanla ilgilenmez. Bunun sonucunda psikoloji kendi ismiyle çatışır bir şekilde ya "psişik" olanı dışlamış, ya da psişik olanı  nöro-kimyasal temele indirgeyerek açıklamaya çalışmıştır. Psikoloji pozitivist pencerenin dışındaki pencereleri kapatmış, bu haliyle biyolojinin bir alt disiplini olarak görülmeye başlanmıştır. Psikoloji bilgisi üzerinde belirleyici olan nöro-kimyasal yaklaşım olmuştur. Psikolojinin öncüleri olarak zikredilen kişilerin genellikle fizikçi ve fizyologlar olması(Wundt, Pavlov, Johannes Müller, Herman von Helmholtz, Gustov Theodor Fechner, Ernst Weber...) tesadüf değildir. Psikoloji fizyologların kurduğu bir bilimdir.  

Yani insani araştırırken sadece bir boyutu ile ilgileniyor mu demek istiyorsunuz?

Bu durumda insanı araştırma iddiasında olan psikolojinin ürettiği bilgiler insanın fizyolojik/biyolojik yanıyla uyumlu bilgiler olacaktır. Bu ise körlerin fili tarif etmesine benzer bir şeydir. İnsanın ilahi, aşkın ve manevi yönünü dışlamayan bir psikolojiye ihtiyaç  vardır. Bu sadece psikolojide değil bütün bilimlerde önemli bir gerilim/çatışma konusu olarak görülmektedir. Halbuki burada bir çatışmadan değil bir bütünlükten uyumdan bahsedebiliriz. Bu pencereden bakabiliriz. Böyle bir perspektife ihtiyaç var.  

TÜRK HALKININ YARISI DEPRESYON GEÇİRİYOR

Geçenlerde bir araştıra yaptım ve yayınlandı. Bu araştırmaya göre Türkiye'de depresyon ilaçları giderek artıyor sizce bunu nasıl yorumlayabiliriz.

National Geographic son sayısında bu konuyu kapağa taşıdı. Bu dergide aktarılan rakamlara göre 1995 yılında Türkiye'de satılan antidepresan sayısı 6 milyon 816 bin 200 kutu iken, bu rakam 2010 yılında 34 milyon 158 bin 82 kutuya yükselmiş. Bu rakamlara göre Türkiye halkının yarısı depresyon geçiriyor.  Şimdi, bunun en temel sebebi materyalist temele dayalı kurgulanan sosyal/ siyasi/ kültürel/ ekonomik yaşam algısıdır. Bu temelden neş'et eden 2 önemli sebep var. Birincisi ilaç şirketlerinin "hastalıktan" para kazanıyor olmasıdır. Bu hastalıkların pazarlanmasına yol açıyor.

Bu arada ilaç şirketlerine de iş düşüyor sanırım?

İlaç şirketleri ile bilim dünyasının arasındaki kirli ilişki bugün ortaya çıkmış bilinen bir gerçektir. Örneğin Casgrove ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırmaya göre (Psychotherapy and Psychosomatics dergisinde 2006 yılında yayınlandı) DSM IV'ü yazan panel üyelerinin %56'sının ilaç şirketleriyle ilişkisi olduğu ortaya konuldu. Daha da ilginç olan depresyon gibi "hastalıkların" yer aldığı duygudurum bozukları bölümünü yazan bilim adamlarının tamamı (%100) ilaç şirketleriyle ilişki içindeydi. Üstelik sonradan yapılan bazı ifşaatlar bu ilaçların iyileştirici bir gücü olmadığını ortaya koyuyordu. Bunun en çarpıcı örneği Irving Kirsch'in yaptığı açıklamalardır. Kirsch FDA'nın (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) antidepresanlara ruhsat verirken çalışmalarını dayanak aldığı kişidir. Bu kişi daha sonradan yaptığı araştırmalara göre antidepresanların kimyasal anlamda iyileştirici bir etkisinin olmadığını açıklamıştı. O güne kadar çok "saygın" görülen Kirsch bunları söyledikten sonra araştırmalarına fon bulmamaya başladı. Hatta meslektaşları bile (fon alamamak endişesiyle) onunla çalışmaktan kaçınır olmuştu. O zaman bu ilaç artışının sebeplerinden birisi ilaç şirketlerinin kâr güdüsüdür.  

TAHAMMÜL KAVRAMI UNUTTURULUYOR

İnsanlık tahammül kavramını unutuyor muyuz acaba?

Hayatın doğal problemlerinin ve bunlar karşısında yaşanılan acıların bir semptom/hastalık olarak algılanmaya başlanmasıdır. Tahammül gibi bir kavram modern insanın defterinden silinmiştir. Konfor, rahatlık ve kolaylık modern insanın şiarı haline getirilmiştir. İnsanlar ne kadar rahat bir yaşam sürdükleriyle övünür olmuşlardır. Bu algı biçimi insanları acıya karşı savunmasız hale getiriyor. Halbuki bizim medeniyetimizde bunun tam tersidir. Çektiğimiz sıkıntılar, acılar olgunlaşma vesilesidir. Ayrıca başımıza gelenlere tahammül etmemizi sağlayacak, psikolojinin tabiriyle son derece terapötik bir ilkeye sahibiz. Bu ilke tevekküldür. Allah Kur'an'da "Bazı şeyler vardır ki hoşlanmazsınız, fakat hayırlıdır size. Bazı şeyler de vardır, hoşlanırsınız, şerdir size. Allah bilir, siz bilmezsiniz ki" buyuruyor. Modern yaşam biçimi hayata tevekkülle değil tedebdürle ve tekebbürle bakmamızı öğütlüyor.  

Türk insanı genelde inançlıdır ama o da mı  bozuluyor sizce, bir psikiyatri doktor dostumuzla konuşurken şöyle demişti en fazla hastalar İslami kesimden geliyor..Sİzce bunun sebebi nedir?

Müslümanlar özellikle son yirmi yıldan bu yana psikolojik açıdan hastalanabileceklerine inandırıldı. Hatta böylesi bir söylemde bulunmak bir gelişmişlik seviyesi olarak algılandı. Mesela hemen her gün şu tür söylemlerle karşılaştık. "Psikolojik problemler de diğer hastalıklar gibidir. Nasıl ki midemiz ağrıyınca doktora gidiyorsak, depresyona girdiğimizde de doktora gitmeliyiz" Bunun batıl/yanlış bir kıyas olduğunu bir kenara bırakırsak, elbette bir Müslüman da problemler yaşayabilir. Bu normaldir. Ancak İslam bu zorluklara tahammül göstermemiz için bazı anahtar kavramlar ve bazı anahtar modeller sunar bize; sabır, şükür, tevekkül... imtihan gibi.

Peygamberlerin hayatlarından da örnekler verilebilir...

Elbette, Hz Eyyüb gibi bir örnek anlatır bize. Duayı hastalığının geçmesi için değil de, ibadetlerini yerine getirebilmek için yapan bir model. Hz. Eyyüb bir sabır simgesidir. Kur'an bize "Andolsun ki, sizi biraz korku biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmek suretiyle deneyeceğiz, sabredenleri müjdele" buyurur. Bu bir imtihandır. İmtihan bizim yaşamı değerlendirirken kullandığımız merkezi bir kavramdır.  Ama bir süredir, bu imtihanda çıkan sorulardan hoşlanmıyoruz. Sırf hoşlanmadığımız için bu sorulardan psikiyatrinin imkanlarını kullanarak kurtulmak istiyoruz. Ama kurtulamayız. Çünkü yaşamın kurgulanışı imtihandır.

Mesela Yunus Emre'ye ait şöyle bir dörtlüğe sahibiz zor zamanlarda başvuracağımız: "Cana cefa kıl ya vefa , Kahrın da hoş, lutfun da hoş, Ya derd gönder ya deva, Kahrında hoş, lutfun da hoş." Biz Allah'tan dert isteyen bir medeniyete sahibiz. Bunu Batı'nın hastalanmış algı dünyası anlayamaz.  Ama bizim asıl sorunumuz, evreni uzun bir zamandan beri bu kavramlarla ve modellerle algılamıyor oluşumuzdur.  

DÜNYAYA HASTALIK İHRAÇ EDİLİYOR

Dünya umutsuz, dünya mutsuz Türkiye neden mutlu diye sanki sizce Türkiye'ye hastalık ithal ediliyor olabilir mi?

Sadece Türkiye'ye değil bütün dünyaya hastalık ihraç ediliyor. İkinci sorunuza cevap verirken de ifade etmiştim. "Hastalık"  tedavi edilmesi gereken bir şey değil, tedavi edlirken para kazanılan bir mefhum olarak algılanıyor. Moynihan ve Cassels'in Türkçe'ye de çevrilen kitaplarında (Satılık Hastalıklar) bu durum ayrıntılarıyla açıklanıyor.  Örneğin sosyal anksiyete adı verilen bir hastalığın ABD'de halkla ilişkiler firmalarınca nasıl pazarlandığı aktarılıyor. Bu hastalığın adı bilinmezken medyada bir yıl içinde 1 milyar 100 bin kez isminin geçrildiği vurgulanıyor. Bu konudaki yayınların sayısı sürekli artıyor.  

Ruh hastalıklarında manevi eğitim konusundaki görüşlerinizi kısaca alabilir miyiz? Dua ile tedavi mesala, batı bunu uygularken bizde daha yeni yeni hastanelere imam gelsin diye söylenmeye başladı , biraz geç mi  kaldık? 

Biraz önce de vurguladığım gibi İslam Psikolojik dünyayı tahkim eden pek çok kavrama, ilkeye, modele ve uygulamaya sahiptir. Misalen "İnşirah Suresi"nde Cenab-ı Allah "her zorlukla beraber bir kolaylık" vardır buyuruyor ve bunu üst üste iki kez vurguluyor. Bu hakikat başka ayetlerde de vurgulanıyor. Çünkü kolaylık zorluğun rahminde büyür. Sabır zorluğun rahminden kolaylığı çıkaran bir ebedir. İlginçtir ki kolaylığın rahminde de zorluk büyür. Kolaylığa talip olanlar, kolaylığın ardından gelen zorluğa maruz kalmaktadır. Üstelik zorluklara sabredemeyenler kolaylığın nimetlerini de idrak edemezler. Bunların çevremizde pek çok örneği vardır. Dua, namaz, oruç, hacc vb. ibadetlerin her birinin psikolojik dünyayı güçlendiren yönleri vardır. Örneğin Kur'an "Kalpler Ancak Allah'ın ismini zikretmekle rahatlar, yatışır, itmi'nan bulur" diyor. Hastanelerde manevi destek elbetteki çok önemli bir şeydir. Ama yeterli değildir. Çünkü hastaneye hasta olmuş kişiler gelir. Önemli olan bu kişilerin hasta olmadan önce korunabilmesidir. Manevi eğitim kaynaklarından hayatın her alanında koruyucu/önleyici uygulamalar olarak faydalanılmalıdır.  

YALNIZLIK FITRATA TERSDİR

Türk insanı giderek yalnızlığı  mı seviyor, yalnızlığa doğru kaçış  olduğunu düşünüyor musunuz?

Geçtiğimiz günlerde Personality and Social Psychology dergisinde yayınlanan bir araştırma yalnızlığın bulaşıcı olduğunu ortaya koyuyordu. Yalnız yaşayan insanlar bu duygularını "yalnızlıklarını" çevrelerine de bulaştırıyorlar. Yalnız yaşayan bir arkadaşınız sizi de yalnızlığa doğru itiyor.   Yalnızlığı  sevmekle yalnız yaşamayı bir yaşam biçimi olarak görmeyi birbirinden ayırmak gerekir. İnsanın yalnızlığa da tabiî ki ihtiyacı vardır.  

İnsan insana güvenmediği  için mi yalnızlığı tercih ediyor?

Yalnızlık gerçekte fıtrata ters bir şeydir. İnsan annesiyle beraber (annesinin sesini duyarak kokusunu alarak) yaşama hazırlanır. Sosyal bir ortama doğar ve böyle bir ortamda büyür. İnsan sosyal bir varlıktır. Ancak ifade etmiş olduğunuz şey bir gerçek. Yalnız yaşayan insanlar hem Türkiye'de hem de bütün dünyada artıyor. Bunun sebebinin yalnızlığı sevmek değil, insanın insana yabancılaşması olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar arasındaki güven yok ediliyor. İlişkilerde menfaatin öncelendiği bir toplumda zamanla karşılıklı güven yok olacaktır. İnsan bir diğer insanı tehdit ve tehlike kaynağı olarak görmeye başlayacak ve yalnızlık bu bakımdan daha "güven verici" bulunacaktır. Bunun bir sebebi de sürekli pompalanan bireyciliktir.

Birbirimize sanki daha az tahammül ediyoruz gibi ?

İnsanlar bir ikinci kişiyle yaşamanın zor olduğuna inanıyor. Bunun yaşam alanının kısıtlanması olarak görüyor. Son zamanlarda artan boşanma oranlarında da bunun önemli bir sebep olduğunu görüyoruz. Türkiye'de 2009 yılında 114 bin 162 kişi boşandı. Evlenen her 6 kişiye karşılık bir kişi boşanıyor. Bu kişilerin yaklaşık %50'si evliliklerini ilk 3-5 yıl içinde bitiriyor. İnsanların birbirlerine tahammüleri giderek azalıyor. Ancak yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak görmek patolojik/marazi bir şeydir. Başka pek çok soruna yol açar.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Röportaj Haberleri