Psikiyatri Araştırmaları ve Mikrokimerizm'in Yeri

Bu makalenin amacı son on yılda tıbbın özellikle onkoloji, immünoloji, endokrinoloji, romatoloji gibi çok farklı alanlarında birçok araştırmanın yapıldığı mikrokimerizmin psikiyatri alanında uygulanabilirliğini tartışmaya açmaktır.

Makalenin Adı: Mikrokimerizm Psikiyatri Araştırmalarında Kendine Yer Bulabilir mi?

Dr.Bülent Demirbek & Dr. Erdal Yurt / Adana Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi


Mikrokimerizm bir bireye ait az miktardaki hücre veya DNA’nın başka bir bireyde bulunmasıdır. En sık sebebi gebeliktir. Sorunsuz gebeliklerden sonra bile annede fetüse ait hücreler, fetüsde ise anneye ait hücrelere rastlanabilmektedir. Yapılan  çalışmalar mikrokimerik hücrelerin yıllarca konakta kalabildiğini göstermiştir. Bilim adamları mikrokimerik hücrelere karşı tıpkı greft versus host reaksiyonuna benzer bir yanıt oluşabileceği ve bunun bazı otoimmün hastalıkların sebebi olabileceği üzerinde durmaktadır. Sıçanlarda ve fetüslerde yapılan çalışmalarda mikrokimerik hücrelerin birçok doku ve organın yanı sıra beyinde de yerleştiği belirlenmiştir. Anneden bebeğe geçen ve çeşitli dokulara yerleşen bu mikrokimerik hücrelerin oluşan bir patolojiyi onarmaya mı çalıştıkları yoksa patolojinin sebebi mi oldukları konusunda bir fikir birliği oluşmamıştır. Birçok alanda mikrokimerizm ile ilgili çalışmalar devam etmekte olmasına karşın psikiyatri alanında herhangi bir çalışma bu güne kadar yapılmış değildir. Mikrokimerizmin süreğen yeti yıkımı ile giden ruhsal hastalıkların ve doğum sonrası ortaya çıkan bazı klinik durumların aydınlatılmasında katkı sağlayabileceğini düşünüyoruz. Bu yazının amacı son on  yılda tıbbın özellikle onkoloji, immünoloji, endokrinoloji, romatoloji gibi çok farklı alanlarında birçok araştırmanın yapıldığı mikrokimerizmin psikiyatri alanında uygulanabilirliğini tartışmaya açmaktır.

Ruhsal hastalıkların çoğunun etiyolojisi bilinmemektedir. Hastaların yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen bu hastalıkların, hem hastalara yüklediği maddi-manevi külfet hem de ülke ekonomisine verdiği zarar, ihmal edilemeyecek kadar büyüktür. Tıpta hastalıklara yeni tedavi protokollerinin geliştirilebilmesi için, öncelikli olarak nedenlerinin açığa çıkarılması gerekmektedir. Psikiyatrik bozuklukların tedavisinde yaşanılan başarısızlıklar şimdiye kadar olan psikofarmakolojik yöntemlerde bir değişiklik yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Mandell, objektif ölçülere vurulduğu takdirde, modern psikofarmakolojinin aslında bir başarısızlık olduğunun kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir. Bunu söylerken de insan vücudunun en istikrarsız, kaotik, dinamik, sonsuz boyutlu ve değişkenli organı olan beyini tedavi etmek için oluşturulan paradigmanın redüksiyonist (indirgemeci) olduğunu iddia etmektedir. Mandell’in kastettiği paradigma ; “bir gen, bir peptid, bir enzim, bir nörotransmitter, bir reseptör, bir davranış biçimi, bir klinik sendrom, bir ilaç, bir klinik değerlendirme ölçeği” şeklinde ki doğrusal çizgidir.[1] Geri beslemesi olmayan bu çizgisel anlayış psikofarmakolojideki hemen hemen bütün araştırma ve tedavi yöntemlerinin şablonunu oluşturmaktadır. Binlerce hücresi, yüzlerce nörotransmitteri, karmaşık elektromanyetik fenomonolojisi ile daha yüzlerce değişkeni olan ‘beynimizin hastalıklarını’ anlamak ve tedavi etmek mevcut çizgisel anlayış ile mümkün gözükmemektedir. Bu sürece katkıda bulunmak isteyen birçok araştırmacı ruhsal bozuklukların nedenlerini araştırmada daha önce çok düşünülmemiş ya da diğer bilim dallarında üstünde durulan birçok konuyu psikiyatriye uyarlamayı başarmışlardır. Örneğin önceleri fizikte önemli bir kuram olarak kabul edilen kaos teorisi başta bipolar bozukluk olmak üzere psikiyatrik hastalıkların sürecini yordamada kullanılabilecek bir araç olarak değerlendirilmiş, ve çeşitli çalışmalarda uygulama alanı bulmuştur.[1] Bu bağlamda, bizde tiroid bozukluklardan sistemik skleroz gibi sistemik hastalıklarda önemli rol üstlenen mikrokimerizmin bazı psikiyatrik bozuklukların etyolojisinde rolü olabileceğini öngördük. Bu yazıda mikrokimerizmin tanımı yapılarak, etyolojilerinde rol oynayabileceği hastalıklar aktarılmış, ardından psikiyatrik hastalıklarda ki olası rolü ile ilgili hipotezimiz tartışılmıştır.

Mikrokimerizm

“Kimera” sözcüğü Yunan mitolojisinde başı aslandan, gövdesi keçiden ve kuyruğu yılandan oluşmuş hibrid bir canavardır. İnsan-hayvan hibridi olarak da betimlenmiştir.[2] Kökenini mitolojiden almış olan kimerizm, bir organizmada birden fazla zigottan köken alan hücrenin birlikte bulunması durumunu ifade etmektedir. Mikrokimerizm ise bir bireye ait az miktarda hücrenin ya da DNA’nın başka bir bireydeki varlığını ifade etmektedir. Başka bir deyişle, genetik olarak birbirinden farklı olan ve ayrı kaynaklardan gelen iki hücre topluluğunun, biri az yoğunlukta olmak üzere, aynı birey ya da organda bulunma durumudur.[3]

Mikrokimerizm’in en sık ve doğal kaynağı gebeliktir.[4] Normal insan gebeliği süresince, fetüse ait DNA ya da hücreler, anne dolaşımına geçebilmekte, aynı zamanda anneye ait hücreler de fetüs dolaşımında bulunabilmektedir. Gebelik süresince, plasenta yoluyla, hematopoetik hücrelerin iki taraflı geçişi olmaktadır ve bu mikrokimerik hücreler, doğumdan sonra onyıllar boyunca bile varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir. Bianchi ve arkadaşları, doğumdan sonra fetüse ait hücrelerin, anne dolaşımında 27 yıla kadar yaşayabildiklerini rapor etmişlerdir.[3]

Kimerik hücrelerin geçiş yönüne göre iki farklı durum söz konusu olmaktadır. Fetal hücre ya da fetüse ait DNA’nın anne kanı ve dokularında tespit edilmesi durumu fetal mikormimerizm olarak adlandırılır. Fetüse ait kan ve dokularda anneye ait hücre ya da DNA tespiti durumun ise maternal mikrokimerizmdir. İnsanlarda bu karşılıklı hücre geçişi, gebeliğin 4. haftası gibi erken bir dönemden itibaren erkek DNA’sına bakılarak tespit edilebilmektedir.[5] Maternal mikrokimerizm ile ilgili çalışmalar fetal mikrokimerizm ile yapılanlardan çok daha az sayıdadır.

Makalenin devamı için TIKLAYINIZ

Makaleler Haberleri