Özgürlüğün Esareti Altında Sıkışan “Ben” Nesli

Psk. Özlem KANDEMİR

BUGÜNÜN GENÇLERİ NEDEN BU KADAR ÖZGÜVENLİ VE İDDİALI OLMALARINA RAĞMEN BİR O KADAR DA KAYGILI, UMUTSUZ VE DEPRESİFLER?

 Günümüz insanı küreselleşme adı verilen, ABD patentli ve tam gaz tüm dünyaya yayılan, tarihte benzerine rastlanmamış bir kişisel ve toplumsal değişim sürecinin tam da göbeğinde yer alıyor. Yarınlarımızın teminatı klişesinin bugünkü sahibi olan genç nesil, bedeli çok ağır olan bir dönüşümün içinde yer almakta: bulaşıcı hastalık derecesinde giderek yaygınlaşan bir narsisizm/enaniyet, hayali ve abartılı bir iyimserlik ve bütün bunların promosyonu olarak giderek artan oranda kaygı, umutsuzluk ve depresyon.

Amerikalı davranış bilimleri uzmanı-yazar Jean M. Twenge’nin “ben nesli” olarak tanımladığı bu yeni kuşak; kendi benliğini ve benliğinin bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini hayatın merkezine koyup, “sahip olma yolunda atılan her adım mübahtır” düsturunu ilke edinmiş durumda. Ben özelim, eşsiz ve mükemmelim, istediğim her şeye sahip olabilirim, hayallerimden asla vazgeçmemeliyim ve kendimi gerçekleştirmeliyim amentüsüyle yola çıkan bu nesil; kendini ve isteklerini her şeyin ve herkesin üzerinde konumlandırarak, hayata çelme takmaya ve her açıdan üstün duruma geçmeye çalışıyor. Yalnızca kendi egosunu onaylayan ve bu onayı dış dünyadan da koşulsuz olarak görmek isteyen, kendisinin eşi benzeri bulunmadığını düşünen ben nesli; çok yüksek yaşam beklentileri ile dopdolu bir hayatın hayali kurarak yaşıyor.  Birey olmanın ve kendini gerçekleştirmenin, enaniyetle anlamdaş tutulduğu popüler psikoloji rüzgarının ve kişisel gelişim kitaplarının büyük başarısı olarak addedebileceğimiz bu yeni akım; (sözde) kendini seven, özgüvenli, başarı odaklı, hırslı, anne-babasını emir eri gibi gören yeni bir kuşak devşirme konusunda hayli istikrarlı bir tutum sergiliyor. İşin ilginç yanı bu yeni nesil gerçekten de daha bir özgüvenli, kendine yeten, kendisini rahatlıkla her ortamda ifade edebilen, başarılı ve özgür bir yapıda görünüyorken; bir o kadar da kaygılı, depresif ve umutsuz bir ruh haliyle acılar içinde kıvranıyor.

Kişisel gelişim kitapları tarafından pompalanan “Başaramayacağınız ve sahip olmayacağınız hiiiç bişeycikler yoktur, yeter ki isteyin, kendinize inanın!” sloganına şehadet etmiş olan günümüz modern insancıkları; sabah yataklarından kalkar kalkmaz, kocaman bir iştahla gördüğü her şeye sahip olma hevesiyle yanıp tutuşuyor ve tüm gününü bu sahip olma çabasının esareti altında geçiriyor. Daha çok sahip olma ve herkesten/her şeyden üstün olma tutkusunun esir aldığı insan, maalesef kendisini de ürün haline getirmiş durumda. Kendi yeteneklerimize ve üstün özelliklerimize tapındığımız için, en ufak aksiliklerde öfke patlamaları eşliğinde narsistik kırılmalar yaşıyoruz. Yaşadığımız küçücük başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları bile, mükemmeliyet algımızı alt üst edip bizi yetersizlik ve değersizlik duygularıyla yüz yüze getirmeye yetiveriyor. Oysa isteyip de elde edemeyeceğimiz/başaramayacağımız hiçbir şey yoktu diyordu kitaplar hani!!?!  Boşverelim öyleyse bizi kişisel gerileyişten başka bir yola itmeyen kişisel gelişim(!) kitaplarını da İmam Ali (ra)’nin sözüne kulak verelim ve uzunca bir tefekküre dalalım şimdi: "İnsan, en şaşkın kılavuzla yol almakta, en olmadık mazeretle aldanmaktadır; nefsinin cehaletini ilim sanmaktadır."

Her anımızı her şekilde kontrol edebileceğimiz yanılgısıyla ve elbette ki şükürsüzlük hastalığının da nezaretinde; gittikçe yalnızlaşıyor, tutkuları daha da sivrilmiş, haz odaklı, hız müptelası, kaygılı, bencil ve nefret dolu bir insanlığa doğru dört nala koşuyoruz.

İşte bu noktada zihinlerde bir aydınlanmanın belirmesi gerekiyor: Yoğun bir şekilde kendini hayatın merkezine koyan, en başta/en sonda/hayatın her safhasında sadece kendine odaklanan insan; bir yandan eşsiz bir özgürlük sarhoşluğu yaşarken bir yandan da kendini yalnızlaştıran müthiş bir baskının altında can çekişiyor. Kişinin yalnızca kendine odaklanmasının ve kesintisiz haz arayışının en zararlı sonucu: yalnızlaşmak! Sınırsızca özgür ve kendine yeten bireyler olarak algıladığımız kendiliğimizden başka ilgilenecek hayati değerlerimiz olmadığından, hayal kırıklıklarımız da kaçınılmaz olarak çok derin oluyor. Ve sonuç olarak işte size büyük ikramiye: kocaman bir yalnızlık, derin bir depresyon ve muhteşem bir yetersizlik duygusu!

Ben nesli tarihte eşi görülmemiş bir zavallılıkla, içindeki bir boşluktan ötekine doğru savruluyor. Ve maalesef pek azı içindeki bu boşluğu doldurabilecek “anlam” duygusunun peşine düşüyor. Ne yazık ki içerideki bu kara deliği doldurabilecek anlamların izini sürmek yerine, patolojik yalnızlığın ve değersizlik duygularının acısından kaçınmak için, yeni yeni narsisistik kendini kutsama yöntemleri geliştiriyor ve hem kurban hem fail olduğu bir kısır döngünün içine kendini kendi elleriyle itiveriyor.

Yakın bir gelecekte, tek başımıza hayatla başa çıkabilmenin imkansız olduğunu ve insanın sadece kendine yaslanarak sağlıklı kişilikler geliştirip mutlu hayatlar yaşayamayacağını herkesin anlamasını ümit ediyorum. Hayata anlam katacak ve anlamlı yaşamayı sağlayacak değerlere tutunmaya ve daha  gerçekçi hayallere ihtiyacımız var. Kendimize yapacağımız en büyük iyilik bu “mana”nın izini sürüp hayatımıza yerleştirmeye çalışmak olacaktır. Nasıl mı? Bir “neden”i olan hemen her “nasıl”a dayanabilir öyle değil mi?!!!