Her nefis bir gün ölümü tadacaktır ayetinin hükmü vuku bulduğunda hepimiz bu dünyadan gideceğiz. Üstad Necip Fazılın dediği gibi öleceğiz ne çare. Tıpkı doğum ve yaşam gibi ölümün de bir biyolojik gerçek olduğunu biliyoruz. Biliyoruz da neden korkuyoruz?
Psikiyatride sıklıkla karşılaşırız ölüm kavramıyla. Hayata küsmüş bir melankolik hasta ölümü bir kurtuluş olarak görebiliyor. Çünkü yaşamak onlar için son derece acı ve ıztırap verici hale geliyor. Canlı, hızlı ve taşkın bir mani hastası ölüme meydan okuyabiliyor. Tehlikeden sakınmayıp başını türlü derde sokabiliyor. Sürekli ellerini yıkayan bir takıntı hastası suçluluk ve cezalandırılma korkusunun uzantısı olarak ölümden korkabiliyor. Panik hastaları ataklar esnasında öldürücü bir durumla karşı karşıya olduğunu ve birazdan son nefesini vereceğini düşünüp dehşete kapılabiliyor. Uçaktan, kapalı yerlerden, asansörden, köprüden, yüksek yerlerden, MRdan, metrodan, tünelden korkan insanlarda bir şey olursa bu yerden çıkamam ve ölürüm endişesi ön plana çıkıyor.
Korku ve kaygı yaşayan danışanlarımı sokratik bir sorgulamaya tabi tuttuğumda ölürsen ne olur sorusuna çok farklı cevapların geldiğini görüyorum. Kimi mezarın çağrıştırdığı yalnızlıktan, kimi simsiyah elbiseler içinde ve tırpanıyla gelecek olan Azrailden, kimi mezarın karanlığından, kimi basık ve dar oluşundan, kimi sorgu sualden geçemeyip kabir azabı çekeceğinden, kimi de kabre girdiğinde karşılaşacağı yılan, böcek, solucan gibi hayvanlardan korkuyor.
Yalnızlık mı karanlık mı korkunç
Yani korkulan şey ölümün kendisinden ziyade bizlere getirecekleri oluyor. Hastalık ve ölüm korkusu yaşayan bir danışanım hayatın kaybeden bir yakınının defni esnasında Aslında bu cenazeleri niye gömüyorlar ki? Hem yer yok hem de bakteri, mikrop yuvası oluyor. İçme sularına karışma riski de var. Yaksınlar olsun bitsin şeklinde düşündüğünü söylemişti. Araştırdığımda kendisinde yalnızlık korkusu olduğu ve mezarın bu yalnızlığı çağrıştırdığı, mezarda yalnız başına kalmaktansa yakılmayı yeğlediği ortaya çıktı. Bilinçaltına itilmiş travmatik yaşantılar ve korku nesneleri kendisini bu şekilde ölüm korkusuyla gösterebiliyor. Özetle ölüm de tıpkı doğum ve yaşam gibi fizyolojik bir süreçtir. Her canlı doğar, yaşar ve ölür. Doğum korkusu veya yaşama korkusu ne kadar absürtse ölüm korkusu da o kadar absürttür. Ölümün kendisi değil çağrıştırdıkları insanı korkutur ve kaygılandırır.
Dost Nezih Uzelin ardından
Bir mevlevî muhibbi, bir ehl-i tarik, bir gönül insanını daha kaybettik. Osmanlı ve tarikat kültürünün son döneminin şahitliğini yapmış olan bir dost, Nezih Uzel Hakka yürüdü. İstanbul Radyosundaki neşriyatlarda tanışmıştım kendisiyle. Çok babacan ve muhabbetli bir insandı. Bir musikişinas ve kudüm sanatçısı olan Nezih Uzel gazeteci ve yazar kimliğine de sahipti. Uzelin İslam tarih, kültür ve sanatıyla ilgili 25 kitabı, eski tasavvuf müziğini içeren 28 plağı ve CDleri yayımlanmıştır. Böyle bir dostun ardından ukbada tekrar buluşuruz ümidi kalplerimizi bir nebze olsun teskin ediyor. Onu kaybetmenin yarattığı hüznü derinden yaşadığımız şu günlerde Yahya Kemalin dizeleriyle teselli bulalım:
Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selam olsun erenler
Uzele selam olsun,
Allah gani gani rahmet eylesin.