“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir” ilahi kelamından sonra bende diyorum ki hadi oyuna 5 dakika ara verelim. Hepimiz farklı sıkıntı ve dertlerle bu oyunu sürdürüyoruz. Biliyorum ki şimdi bu yazıyı okuyan ya da bu yazıdan haberdar olmayıp ta okumayan kim varsa herkesin kendine özgü bir derdi vardır. Bu kadar dert ve keder bazen bize öyle ağır gelir ki, hoş bir ses olmasa bile “yeter artık” dediğimiz olur. Peki, biz bu dünyaya üzülmek için mi geldik? Bu yaşadıklarımız bizim için bir zulüm mü?
Aslında hiç de öyle değil. Aslında bu yaşadıklarımız zulüm değil güzellik. “Hadi canım sende” diyor olabilirsiniz ama gelin olaya bir de şöyle bakalım.
Kadının bir tanesi pazara gider ve nohut alır. Eve gelince aldığı nohudu pişirmeden önce haşlamak için tencereye koyar. Tabi su ısınır ve suyun ısınmasıyla beraber nohut suyun üstüne doğru çıkmaya başlar. Nohut o anda şunu diyordur kadına: “Ey kadın, sen o kadar yol yürüdün pazara gittin. Tezgâhlarda beni aradın ve buldun. Sonra para verdin ve beni aldın. Tekrar geri dönüp yürüdün eve geldin. Bu kadar yorulmanın ve bana ücret ödemenin sebebi beni yakmak mıydı?” Kadın ise kepçe ile nohudun üzerine bastırır ve onu suyun altına iter. Burada kadın nohuda cevap vermektedir: “Ey nohut, doğru diyorsun ben o kadar yoruldum ve sana ücret ödedim. Fakat sen bir tohumdun, toprağa düştün filiz oldun, büyüdün bitki oldun sonra da meyve verdin. Bunların hepsi bir anda olmadı, tam bir sene sürdü. Bir senelik süreçten sonra sen pazar tezgâhlarında insanların beğenisine sunuldun. Şimdi bende gittim seni aldım. Ama unutma ki seni pazardan aldığım şeklin ile sofraya koyarsam kimse seni yemez ve sevmez. Elinin tersi ile iterler. Benim amacım seni yakmak sana zulmetmek değil sana lezzet katmaktır. Bu ne güzel nohutmuş denmesi için seni pişirmektir.”
Bu anlattığım hikâye Mevlana hazretleri tarafından dile getirilmiş Mesnevi’de. Belki mesleğimden dolayıdır bilmiyorum ama bende bir anda kendimi hayal ettim. Biyolojik olarak bir insanın dünyaya gelmesi için aynı hikâyedeki nohut tohumu gibi toprağa atılması lazım. Yani spermin yumurta ile birleşmesi gerekli. Daha sonra 9 ay toprak altında yani anne karnında beklemesi gerekiyor. Bu 9 ayda bir su damlası olan insan önce kan pıhtısına sonra bir et parçasına sonra doku ve organların oluşmasıyla bir bebeğe dönüşüyor. Ama bunların hiçbirisi bir anda olmuyor. Her şey yerinde ve zamanında gerçekleşiyor. 9 aylık süre sona erdiğinde ise bebeğimiz artık bir filiz gibi kafasını topraktan dışarı çıkarıyor ve insan pazarına kendisini sunuyor. Aynı nohut misali, insanoğlu hayata başladığı andan itibaren dünyanın ateşi ile pişmeye başlamazsa hep çiğ kalacak; hem çevresine hem de kendisine lezzet vermeyen birisi olacaktır. Dünya da çektiğimiz sıkıntı ve çileler aslında bize bir zulüm ve eziyet değil bize lezzet katan, bizi pişiren küçük ateşlerdir.
Biz hep isteyen tarafız. Şimdi kime sorarsak soralım mutsuz olmayı ister mi? İstemez tabii ki. Ama biz hep istediklerimizden dolayı mutsuz oluyoruz. Bir şeyi çok istiyoruz; ya olmuyor, bunun mutsuzluğunu yaşıyoruz ya da oluyor, onun ağırlığını kaldıramıyoruz. Hâlbuki biz o isteğimizin olması için ne eziyetler çektik ne gözyaşları dökmüştük demi. Peki, olduktan sonra neden mutlu olmadık? Çünkü onu isterken sadece istedik ama onun bize ne getireceğini hiç düşünmedik. Ama bu sıkıntıdan bile mutluluk çıkarmak bu çilenin karşısında ezilmemek ve mutsuz olmamak yine bizim elimizde. Nasıl diyecek olursanız; bazılarının polyanacılık dediği benimse gerektiğinde şükür gerektiğinde hamd etmek dediğim tepki ile bunu başarabiliriz. “Ben şu an yaşadığım şeyin olmasını çok istiyordum ve oldu. Fakat olmasıyla kalmadı, ruhuma da ağır gelmeye başladı. Tamam, bu istediğim sıkıntı ve elemle gelmiş olabilir ama ben bunun için çaba sarf ettim. Gerektiğinde gözyaşı döktüm olsun diye. Her güzellik arkasından illaki bir sıkıntı getirir. Kolay kazanılan şeyler kolay kaybedilir. Ben bu isteğimi zorluklarla kazandıysam kaybetmemek için bir müddet daha dayanmalıyım. Gece kesinlikle sona erecek, güneş doğacak ve ben biliyorum ki insanın hayatı kalbindedir. Nasıl ki yaşamımın sağlıklı devam etmesi için kalp grafiğimin bir aşağı inmesi birde yukarı çıkması gerekiyorsa hayatında ruhsal dengede ilerlemesi için bir aşağı bir de yukarı çıkması gerekiyor. Ne mutlu ki istediğim oldu ve şu an grafik aşağıda biraz daha sabredersem bu grafik kesinlikle yukarı çıkacak. İşte o zaman ben hem isteğimin gerçekleşmiş olması hem de sıkıntımın bitmiş olmasıyla rahatlamış olacağım.”
Bu anlattıklarımı uygulamak Kaf dağının ardına ulaşmak kadar zor değil. Sadece bir şeyi isterken nasıl beynimizi hep ona odaklıyorsak, isteğimiz gerçekleştikten sonrada biraz da beynimizi buna programlayacağız. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki üzülsek de üzülmesek de bunların hepsi geçecek ve hayat bitecek. Bir eğlence ve oyundan ibaret olan hayatın perdeleri izleyicilere kapanacak. Bizi yöneten bir gücün olduğunun farkındayız ve bu gücün bize her yerde etki ettiğini de biliyoruz. Sadece yapmamız gereken “Ben ağlayarak, yalvararak istedim ve isteğim yerine geldi. Ne olursa olsun, hangi sıkıntı gelirse gelsin DÖKTÜĞÜM GÖZYAŞLARIMIN KARŞISINDA BENİ YARATAN BANA TEBESSÜM ETTİ VE BANA BAHŞETTİ. İşte bu her şeye yeter…” diyebilmektir.
Arş. Gör. Mahmut ÇAY
İnönü Üniversitesi Anatomi AD.