"...bizim, siyaset ve devlet idaresindeki prensiplerimiz CHP programıdır. Fakat bu prensipler, gökten indiği zannedilen kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz..."
-mustafa filminden-
I.
Mustafa filmini izlemedim…
Daha önce bir belgesel film etrafında ne kadar tartışma çıkmıştır, neler konuşulmuştur onu da bilmiyorum... Ama şunu çok iyi biliyorum: "film endüstrisi devasa manipülasyon dizgeleri oluşturarak, "gerçek"le "gerçeğin temsili" arasındaki sınırı muğlaklaştırmaktadır. Filmin etrafında dönen tartışmaların neleri işaret ettiği çok önemlidir kanaatimizce. Hatırlattıkları şeyler bir bakıma zihin dünyasında inşa edilenlerle yakından alakalıdır. Hem yıkıcı hem de inşa edici bir özellik taşımaktadır. Yıkıcıdır, çünkü dinozorların keyfini kaçırmıştır; inşa edicidir, çünkü manipülatif özelliği, algılama biçimini değiştirebilir tarzdadır.
Sinemanın iddia edildiği gibi "beyaz perde" olmadığı apaçıktır. Bir görüntüleyebilirlilik, saydamlık, çok işlevlilik ve ilişki kurabilme ideolojisine eklemlenen ve üstelik bir de güvenlik şantajıyla bir caydırma merkezi, günümüzde sanal bir toplumsal söylemin bütün özelliklerine sahiptir. Filmin bu yönüyle caydırıcılık ve denetleme histerisine matuf bir etkiye sahip olduğu söylenebilir.
Başka bir açıdan değerlendirildiğinde, içerdikleri ve içeren'i arasında anakronik çatlaklar vardır. Zaman kayması, kültürel proje, doğruluk payı bulunabilen objeler bütünü. Simülatif olana ait rastlantısal bir göstergeler düzeni görünümü kazandırmak için harcanan muazzam bir çaba da denebilir.
Belgeseli hazırlayanlar, ikonoklastlara özenmiştir. Çünkü bu ülke, en aydın ve yenileşmeci gözükenlerin, en küçük ayrıksı davranışlarla karşılaştıklarında nasıl katı bir muhafazakâr, korkunç bir statükocu olduklarının yüzeye çıktığı bir cyber-alaşımsal sıvı gibidir. Ve bütün her şeyi çıplaklığı ile ortaya koyan bir turnusol kâğıdı.
Bu satırların yazarına göre filmin bir ehemmiyeti yoktur. Aslında film değildir mevzu bahis olan. İçin için kaynayan ve patlamaya hazır gerçekliklerin ne zaman ortaya çıkacağıdır. Yoksa belgeselde anlatıldığı ifadelendirilen, Atatürk'ün veya Mustafa’nın ayyaş olması veya despot bir diktatör, karanlıktan korkan yalnız bir insan veya hocasının azarladığı bir öğrenci olması değildir. Bu özelliklerini herkes biliyor. Bu çıplak gerçeklikle karşılaşan dinozorların uykularının neden kaçtığıdır aslolan. Bu belgesel neden bizi korkutmuyor da, kirli ve karanlık bir geleneği tevarüs ettirenleri ve Atatürk’ü tanrısallaştıran ipsizleri ürkütüyor. Bu soru önemlidir ve ince bir çizgi vardır burada...
Yalnız, bu film çok yüzeysel de olsa, tarafların belirlenmesine katkıda bulunmuştur. Yani filme yapılan eleştiriler ne kadar bayağı ve sığ ise, allayıp-pullayıp göklere çıkaranlar da en az eleştirenler kadar sığ ve bayağıdır. Her iki taraf ta düzeysizdirler...
Çünkü hem eleştirenler hem de karşı devrim (!)e ortak olanlar daha işin başında birbirlerine karşı konumlanmış durumdalar. Konumlanmanın sert zeminler üzerinde kırılgan bir yapıya sahip olması, tartışmayı kör dövüşüne çeviriyor...
Ve bu belgesel film mutlaka Kemalist İdeoloji ile ya karşı karşıya getiriyor yada onun yanında yer almamızı salık veriyor. Dolayısıyla işin başında karar vermek zorunda bırakılıyoruz. Buna karşı çıkmak ve itiraz etmek durumundayız...
II
Atatürkçülük veya Kemalist İdeoloji sonradan oluşturulmuş simgesel bir mekanizmadır. Bu özellik dolayısıyla, fonksiyonel ve şiddet yüklü bir süreçtir. Bu süreç, semantik alanı işgal etmiş ve "anlam"ı ortadan kaldırmıştır. Anlam'ın başına her ne geldiyse ve geriye çekilmek zorunda kaldıysa aynı şey bu simgesel mekanizmayı kuranların da başına gelecek ve ortadan kaybolacaklardır. (Burada, "cumhuriyet mitingleri" adı altında tertip edilip, terörize bir söylemin çekip çevirdiği gösterilere "ironik" bir gönderme söz konusudur. Çünkü yaşları 60 ve 90 arası değişen bu insanlar önümüzdeki 10 yıl içinde hayatta olmayacaklardır)
Anlamın ortadan kaybolmasıyla büyük boşluklar oluşmuştur bir bakıma. Bundan böyle bilimsel içerik ve siyasi unsurlardan yoksun darbeci-feodal paradigma büyük bir boşlukta kalmaya mahkum olmuştur. Kendini toparlamaktan yenilemekten aciz, yapay bir hayatta kalma mücadelesi verecektir.
Bir anda ayağa kalkıp saldırma olasılığı sıfırdır, çünkü bugün yalnızca simülatör, ve sadece görülmesi istenilen tarafını bir ışık oyunu ortaya konmaktadır...
Bu yapı içersinde, büyük bir çatlağa yerleşen Kemalist İdeoloji, bilincini ve yasallığını kaybetmiş toplumsal ahlak, mantık dışı zorunluluk ve kendine özgü iptidai bir adalet dikte etmeye başlamıştır. (1)
Umutsuz bir şekilde, yeniden iktidar alanı üretme, yeniden iktidar mücadelesi verme ve iktidarın zayıfladığı yerden şiddet iktidarını estetize etmeye girişmiştir kemalizm. 28 Şubat ile Askeriyenin temsil ettiği darbeci kemalizm, ve sivil ve siyasi kadroların temsil ettiği jakoben/dayatmacı kemalizm
III
Aslı yerine göstergelerin konulduğu bir gerçeklik var ortada. Militaristleşen ve durduğu zeminin postal yalayıcılığına dönüşmesi dolayısıyla "Atatürkçülük maskesi", gerçeği bir daha asla geri getiremeyecektir. Çünkü yerine inşa ettiği simgesel düzen büyük bir yıkıcılıkla her şeyi yerinden etmiştir. Yukarıda bu yerinden edilmenin, tüm semantik alana müdahale ederek anlamı ortadan kaldırdığını ve kutsal imgelerin içinin boşaltılıp, boşlukta aslı kaldığını/bıraktığını ifadelendirmiştik. Bu ifadeyi açarsak, daha doğru bir deyimle, sahip olmadığı birçok şeyi sanki kendisininmiş gibi yapmak yerine, her iki tarafın birbirleri için "zorunlu varlıklılık"-"zorunlu mevcudiyet" halinin vuku bulduğunu ifade etmek suretiyle hem hakikat zorlanmış hem de perdelenmiştir. (2)
Bu hastalıklı bir durumdur. Ama hastalıklı olarak tanımlanabilmesi için hastalığa ait semptomlar(göstergeler)in olması gerekirken, militarist yapı bu semptomları doğallaştırmıştır. Ne psikosomatik bir rahatsızlık ne de "doğallaşmış semptomlar" konteksiyle de psikanalitik bir durumdur. Kısırlaştırılmış bir kadının "yalancı hamilelik" i gibi bir şeydir.
IV
Kendi içindeki cılız hamlelere karşılık, "iktidar" kendi seçkinlerini öyle veya böyle farklı enstrümanlardan oluşturmaktadır. Yenileşmeye ihtiyaç duydukça bünyesindeki işe yaramaz unsurlardan kurtulmaktadır. Çünkü modern iktidar biçimlerinin mutlaka yenilenmenin eşiğine gelmeleri kaçınılmazdır. Türkiye’deki darbe süreçleri ve hemen arkasından gelen projeler ne demek istediğimizi sanırım ayan-beyan ortaya koymaktadır.
28 Şubat sonrasında da aynı tezgâh kurulmuştur. R. Tayyip Erdoğan pratiği (rüzgârı) bu bağlamda değerlendirilmelidir kanaatimizce. Zira, 28 Şubat iktidarın kendi "balans ayarlarını" yapması bakımından; üzerinden geçtiği bir topluluktan (sekilerleşmeye mütemayil İslamcıları kastediyoruz) yine onları iktidar(mış) gibi yapmasıyla hem simüle etmiş hem de tersine çevrilmiş bir özür dileme veya "-pardon bilader, görmedim" demesi gibidir. Bugünlerin de moda deyişi ile bir "Ilımlı İslam" açılımıdır. Aslında “Ilımlı İslam Projesi”dir dersek daha doğru bir yerlere oturtabiliriz.
V
Tarih boyunca, vahiy dışı bütün toplumsal hareketler kendi elitokrasisini oluşturmuştur. Eğer Marksizm’in neşv-ü nema bulduğu esaslı bir hareketle karşılaşmış olsaydık; elitizmi ve sınıfı reddeden Marksist İdeolojide dahi "seçkinciliği" ve "elitist oligarşi"yi görebilirdik..
Cumhuriyeti kurduğu iddia edilen kadroların da, tarıma dayalı bir toplumun sinesinde kocaman bir "kanserli ur" gibi ortaya çıktığı bilinmektedir. Ve bu kanserli bölge halen cerrahi bir müdahale görmemiş, bıçak/neşter değmemiştir. Türkiye’deki hantal bürokratik geleneğin temelleri buralara kadar uzanmaktadır. Değişime direnen, yeniliği ve yenileşmeyi kendi zaviyesi ile tanımlayan ve buna karşı duran azılı güruhun torunları, büyük babalarından tevarüs ettirdikleri kirli elitokratik geleneği devam ettirmeye çabalamaktadırlar. Tüm bunlara rağmen, modernleşmenin temel dinamikleri sadece ve sadece kendileriymiş gibi görmektedirler. Türkiye’de modernleşme devlet eliyle yukarıdan aşağıya doğru bir çizgi takip ediyor olması dolayısıyla da, devletin asıl sahipleri oldukları zehabına her zaman kapılmaktadırlar. Bu iki problemi de beraberinde geçirmektedir. İlki, devlet eliyle modernleştirilen [gâvurlaştırılan] halka, her türlü baskının meşru sayılması. İkincisi ise, modernleşmenin laiklik üzerinden yapılması. Devletin kontrolünde yapılan modernleşme/batılılaşma [gâvurlaşma], kendiliğinden bir "beka sendromu”nu ortaya çıkarmaktadır. Kendilerinden başkalarına hayat hakkı tanımayan tek tipleştirici, kimliksizleştirici ve dahi baskıcı bu tutum, resmi ideolojiyi yani Kemalist laik ideolojiyi, yazının başlarında bahsettiğimiz fiziki ve psikolojik şiddeti ortaya çıkaran baskı yüklü bir sürece dönüştürüvermektedir. Bu hem bilerek hem de bilmeyerek gerçekleşiyor. Bu şiddet bir kökeni ve amacı olan, neden ve sonuçları ortaya koyabilen iktidarın ve tarihin sınırları içersinde cereyan eden bir durumdur ve aynı zamanda alerjiktir. Yapay ve organları olmayan psişik nefretle rekabet edebilen bir şiddet. Bir nesne tutkusundan, nesnesi olmayan bir tutkuya hiyerarşik bir geçiş.. Ve aynı zamanda otistik bir içine kapalılık hali. Sarhoş ve bîçare... Tüm bu şiddetin üzerine kurulmuş amansız diktatorya... Ortadan kalkma paranoyasının altındaki ideolojinin yani Kemalizm’in kendisini arsızca sunmasının hem semptomu hem de ortaya çıkarıcısıdır...
İşte tam burada, dandik/sıradan bir belgesel ile uykularını kaybedip, gündüzün kâbuslara gark olan oligarşik zümrenin saltanatlarını sallayan her türlü olaya karşı nasıl tavır aldıkları ortaya çıkmaktadır.
Bir "insan" olarak, "gerçek" "Mustafa" hiç ilgimi çekmiyor. Beni ilgilendiren "Mustafa"nın simgesel kimliğidir. Benim anlamlar sistemime bu kimliğiyle, belli bir tarih yorumu içinde, kendisine yüklenen kimlikle "Mustafa Kemal Atatürk" olarak girdi. Bu kimliği olmasaydı Mustafa’dan haberim olmayacaktı. Ve sizin de haberiniz olmayacaktı. bu yüzden benim için (sizin için de) bu anlamlar sistemi içindeki varlığı dışında "gerçek" bir "Mustafa" yok..."
Yukarıya alıntıladığım satırlar fazla söze mahal bırakmamaktadır. Çünkü bu alıntıda ifade edilen zihin yapısına "katı muhafazakarlık ve dayatma-statüko ve goygoyculuk" un dik alası denmektedir. Ve bu zihin ve kafa yapısına sahip insanların kendilerini özdeşleştirdikleri ideolojik format militarist kemalizm’dir.
Atatürkçü kadroların, bütün gönderen (anlam) dizgelerini yıkarak inşa ettiği zemin, sanal bir kutsallık alanı olmuştur. Askeri veya siyasi-politik dehası her ne olursa olsun bir insan "ontolojik kategori”de en üst noktaya varlığın en üst mertebesine çıkartılamaz. Çünkü bu hem payanda olarak kabul ettiği dayanaklara (laiklik, sekülerizm, profanlık), hem de toplumsal dinamiklere aykırılık teşkil eder. Eğer bu durum, her iki taraf'a da zorla kabul ettirilmeye çalışılırsa ortaya yepyeni bir şiddet türü, "kutsal şiddet" ortaya çıkar.
Son olarak şunu ifade etmek faydalıdır.
Zihinlerinde kodladıkları "Mustafa"nın bu kodlar ve etiketlerden sıyrılarak karşılarına çıkması, Atatürkçü kadroları rahatsız etmektedir. Kolay değil, yıllar yılı hep duvarlarda asılı duran kocaman kocaman portrelere/resimlere hapsedilen Mustafa'nın gerçekte zannettikleri gibi olmadığını kabul etmek bu kadrolar için elbette zor olacaktır...
1...adalet anlayışındaki ilkellik, ahlak anlayışındaki püritenlik, bünyesindeki kriz, bireylerini tektipleştirerek hem kendisine benzetmiş hem de kimliksizleştirerek yok etmiştir.
2...işin kötüsü zorlanan ve perdelenen hakikat üzerindeki perdenin kaldırılması olayına girişenlerin -belgesel film dışındaki, toplumsal alanda- karşılaştığı ve daha tehlikeli olduğunun farkına varılan şey; kalkan perdenin altında hiç bir şeyin bulunmamasıdır. ve fakat gerçekte perdelenen şeyin (hakikat) kaybolmasına sebep, kemalist ideolojiyi simüle edenler değildir ve bilakis perdeyi kaldırmaya çalışan dindarlardır/İslamcılardır..
3…bu yazı teşekkürsüz bir çalışmadır. Bir insanın bir hatayı iki kere yapma lüksü yoktur...