Bir Cuma günü öğleden sonrasında Trablus'un,- hani her şehrin haritada kalın bir noktacıkla gösterilen centrum'u, Saha-i Hadra-Yeşil Meydan'ında dolaştığınızda buranın Londra'da Beşinci Bölge'ye veya Hamburg'un Wilhemsburg'undaki herhangi bir beton damından farksız olaraktan Türkiyeli hemşerilerle veya yurttaşla dolu olduğunuz görürsünüz. Bu yurdum insanlarının Avrupa’dakilerden farklı olarak yanlarında dam ile değil Arap tercümanlar ile dolaşması okuyucuya topraklarının yaşam tarzlarıyla ilgili bir ima veya göndermeye mi işaret takdir kaarinin.
İnşaat işçileri, topograf, harita mühendisi, inşaat mühendisi, formen, vinç operatörü v.s işlerle meşguller. Çünkü bu ülkedeki her türlü inşaat işi yabancı şirketlerce yapılıyor ve Türk firmaları en çok iş alan şirketlerin başlarında geliyor. Ta 80'li yıllardan beri kahverengi çöl kumunu betonize etmek için buralarda bulunan inşaat şirketlerinin 2003'lü yıllarda ülkeye uygulanan ambargonun kalkması ve iş ortamının daha da verimli olması nedeniyle sayıları oldukça artmış durumda.
Trablusgarp ve Bingazi gibi en büyük iki şehrin yanı sıra iç bölgelerdeki birçok ilde de kurulan şantiyelerde çalışan binlerce Türk vatandaşı bulunuyor bu ülkede. Söz konusu iki şehirde bilhassa başkent Trablus'ta çalışanlar daha şanslı sayıyor kendilerini. Çünkü en azından Cuma tatili münasebetiyle çarşıya, şehre inip dışarıda gürül gürül akan dünyaya karışma imkânları var. Çalışanlar içerisinde yönetici pozisyonunda çalışanların bir bölümünün dışındakilerin çoğu burada tek başlarına bulunuyorlar. Evli olarak buraya gelenlerin sayısı çok az. Yine de Trablus'ta Arap ülkelerinden yalnızca ikisinde var olan ve Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı olan resmi bir ilköğretim okulu bulunması şehri vatandaşlarımız nezdinde aşina kılıyor olabilir.
Başkentte onlarca Türk lokantası var. Türk lokantalarında tüm kebap çeşitleri, Arap damağını temsil eden her türden salata ve meze bulunuyor. Kişisel bir gözlem olarak çorbayı pek iyi yapmıyorlar. Artık pide çeşitleri de yapan bu lokantalara Araplar da çok ilgi gösteriyor. Cuma günleri lokantaların müşteri pörtföyü değişiyor ve lokantalar vatandaşlarımızla doluyor. Libya'da yoğurt çok az tüketiliyor ve Türkiye'dekinden farklı olarak ayran sadece 1 litrelik karton kutularda satılıyor. Ayranımızı ekşi görüp te önemsemeyenler için dikkate değer bir kıstas! Asitli içecekler zahir Türkiye'dekinden çok daha fazla tüketiliyor. Daha ucuz hem ve bir de Arap ülkelerinde yaygın olan alkolsüz bira da satılıyor her yerde, yurttaşlarımızın pek yüz vermediği gözlemlenmişse de.
Hafta sonu sinemaya gidip bir film izlemek isteyenlerin Arapça okumalarının hızlı veya İngilizce listeninglerinin pööfekt olması elzem. Bu boşluğu doldurmak için değil ama bazıları da Cuma tatillerinde Cuma namazına gidiyor ve hutbeyi pek anlamasalar da içeriğinden oldukça haberdar olarak dini imanlarını tazeleme imkânı buluyorlar. Cuma namazı demişken burada cuma hutbeleri daha uzun gibi. Ve Cuma günü Arapları bembeyaz kıyafetler içinde, güzel kokular sürünmüş olarak ve dillerinde her zamankinden ziyadesiyle Allah, Kur'an sözlerini duymak inananlar için oldukça ferahlatıcı ve gayrete getiricidir denebilir.
Bilhassa beyaz, bembeyaz fistanlar öylesine temiz ki! Bazıları bunun Afrika'ya kar yağmadığı için kar duygusunu yaşatması amacıyla uygulanan bir pratik olduğu görüşündeler. Ama İsviçreli bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre Antalya'da da kar yağmazmış ve orada insanlar beyazı pek tercih etmezlermiş. Çünkü beyaz renkler arasında yapılan temizlik yarışmasında sonuncu gelmiş!
Yanımda Bilal adlı bir arkadaş var. Türklerin oturduğu bir kahvede Arap şayı içiyoruz. (Bizim çay'ımıza Araplar 'şay' diyor yahut Arapların şay'ına biz 'çay' diyoruz). Oldukça yaşlı bir amca olan İzzet dayıya 'Dayı 20 yıldır buradasın, çoluk çocuk aramıyorlar mı? Sen onları özlemiyor musun? diye soruyor. Ama buradaki tüm İzzet dayıların bu tür soruları sevmediğinden bihaber, çünkü yeni gelmiş buralara. İzzet dayı ona cevap vermiyor bile. Bilal bundan biraz rahatsız olmuşçasına, "Bu yaşa gelmişsin hala ağzında kara kız muhabbeti! Ne namaz var ne niyaz! Bu yüzle nasıl çıkacaksın yaradanın huzuruna?' deyince İzzet dayı çıkışıyor:
"Bana Arapların namazı lazım değil" diye kestirip atıyor. İzzet Dayı sadece bu aralar değil sürekli ve daimen 'losing my religion' şarkısını dinleyen, hayatı boş vermiş, bu yüzden boşa koymuş olmayan doluya koymuş olmayan bitimsiz bir depresyon yaşıyor gibi. Ve psikologumun dediğini hayatıyla yaşarcasına depresyona en iyi gelen şeyin çekiştirme olduğunu düşünüyor.
İzzet dayı 83'te kaçmış Türkiye'den. Kaçmış denir çünkü bir daha gitmek istemediğin yerden kaçmışsındır. Nazım'ın dediği gibi yani "Doğduğum yere bir daha geri dönmedim, dönmeyi sevmem" der gibi. Ve kimileri gibi buralarda ikinci evliliğini yaparak soy soylayıp boy boylamamış ta. Aryandereli Alaattin gibi bekarlığı içselleştirmiş Ve evliliğin 'iki kişilik yalnızlık' olduğunu savunuyor. Ve bazılarının düzinelerce çocuk yapmasını da yalnızlığı daha çok paylaşma isteğine yoruyor. Bunun mutluluk olduğunu ve insanların sevmek ve sevgilerini vermek, mutluluklarını paylaşmak için çocuk sahibi olmak istediklerinden habersiz.
Eşi ve çocukları Türkiye'de İzzet dayının. Aslan gibi oğlu bir kaç yıl önce ölmüş. Oğlunun öldüğünü söylediğinde sanki ben ölmüşüm gibi oldu/m. Oğlunun ölümüne o kadar üzülmüş gördüm ki nasıl yaşıyor hala dedim içimden. Beni de oğluna mı benzetti ne?! Bakıp bakıp ağlıyor. Gözlerinin derinliğine bakınca İsa Mesih'in gözlerinden yeryüzünün yanaklarına, Afrika kıtasına metalik gözyaşları dökülüyor gibi hissediyorsun, biliyorsun? 'Açma pencereni, perdeleri çek' diyorum içimden. O gözler unutulmaz, o hasret affedilmez.
İzzet dayı geçenlerde vefat etti.
Rahmeti gazabını geçkin Allah!
Yaptığı güzellikleri vesile kılarak rahmetinden pay verir mi?
Dilerse.
Kime ne?
Metalik Gözyaşları
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.