Medeniyetlerin Kucaklaşma Sürecine Türkiye’nin Katkısı

Dr. Recai Yahyaoğlu

‘Medeniyetler Çatışması’ kavramının Huntington tarafından ortaya atılmasının üzerinden çok zaman geçti.Dünyada o günden başlayarak bugüne gelene kadar pek çok önemli olaylar ve gelişmeler yaşandı.Yanlışların doğru, doğruların yanlış olduğu fark edildi…Her ne kadar algısal saplantılarda çok radikal değişimler olmasa da önemli oranda çözülmeler başladı…Bunlar sadece Müslümanları, Hıristiyanları, Yahudileri ilgilendiren değil tüm dünya insanlığını ilgilendiren çözülmelerdi…Dünyada medeniyetler arasında yaşanan ve var olduğu ön görüsüyle koparılan fırtınalar, bölgesel savaşlar sadece dinsel kökenlere bağlanılarak bu süreçte açıklanmaya çalışıldı…Oysa dünyada yaşanan pek çok farklı gelişme var ki Medeniyetlerle ilgili değil fakat hemen hepsi dünyanın ve insanlığın geleceğiyle direkt ilgilidirler…

Örneğin son yıllarda doğa olaylarıyla bağlantılı pek çok farklı gelişme, dünya insanlığının Samanyolu galaksisindeki yaşamlarını tehdit edici boyutlar taşımaya başladı. Kutuplardaki buzulların hızla erimeye devam etmesi buna örnek verilebilir…Küresel ölçekte tüm dünyayı etkileyen ve her sene farklı şekillerde ortaya çıkarak insanlığın geleceğini tehdit eden virüslerin yaptığı hastalıklarda bir başka örnek olabilir…Aids, kanser, kuş ve domuz gribi dünyanın gündemini ciddi bir şekilde etkilemeye devam ediyorlar…Medeniyetler karşı karşıya bulundukları küresel sorunlar ve hastalıklara ortak bir refleksle cevap verebiliyorlar ve çözüm odaklı çalışmalar yapabiliyorlarsa, aynı şekilde kendi aralarında yaşadıkları medeniyetler bağlamındaki farklılıkları da ortadan kaldırmakta aynı refleksi kullanabilirler…Bunun için bir öndere ihtiyaç var…

Medeniyetlerin çatışması, kucaklaşması veya sürekli devam eden bir ayrılıkla sürekli tehditkar ifadelerle diğerlerine tahakküm kurmak için sinsice bir çaba içinde olması artık kabul edilemez hale gelmiş bulunmaktadır.Bunun için ilk önce, dini kaygıların bir ciddi ön yargı haline büründürülmesi hatasından Müslümanların, Hıristiyan ve Yahudilerin kurtulmaları lazımdır.Bu konuda istenilen gelişmenin sağlanabilmesi için her kesin kendince ciddi olarak bağlandığı ön kabullerden sıyrılarak zihnini olabildiğince karşısındaki muhataplarına açması gerekmektedir.Zihinlerin kapanması demek bağnazca ve tutarsız politikalara mahkum olmak demektir…Bu ise zaten Medeniyetler Çatışması kavramının ana çıkış kaynağınıdır…

“Merhum İkbal Ahmed, Pakistan’ın en saygın haftalık gazetesi Dawn’da Ocak ve Mart 1999 arasında Müslüman bir okuyucu kitlesine hitap eden bir dizi şahane makale yazdı. Bu makalelerde dinci sağın kökenlerini analiz ederek İslam’ın mutlakçılar ve fanatik tiranlar tarafından budanmasına çok sert eleştiriler yöneltti. Ona göre, bu fanatiklerin birey davranışını düzenleme takıntıları, “insani yüzden, estetikten, entellektüel sorgulamadan ve manevi adanmışlıktan koparılmış ve böylece bir ceza kanunu derecesine indirgenmiş bir İslami düzen” anlayışı yaymaktadır. Bu da “dinin bir boyutunun mutlakçı bir anlayışını (genellikle de bağlamından koparılmış olarak) savunulmasını, başka boyutlarınsa toptan reddedilmesini getirmektedir. Bu durum dini saptırmakta, geleneği itibarsızlaştırmakta, ortaya çıktığı her yerde de siyaseti çarpıtmaktadır”.(1)

“İkbal Ahmed, itibar kaybettirmenin güncel bir örneği olarak, cihad kavramının zengin, karmaşık ve çoğulcu anlamını sunduktan sonra kavramın düşman bellenenlere karşı ayrımsız savaş şeklindeki şimdiki anlamına sıkıştırılması yüzünden “Müslümanlar tarafından çağlar boyu yaşanan İslamı (dinini, toplumunu, tarihini veya siyasetini) tanımanın” imkansız olduğunu söylüyor. Çağdaş İslamcıların derdi, Ahmed’e göre, “maneviyat değil, iktidar; insanların çile ve beklentilerini paylaşıp hafifletmek değil, politik amaçlarla onları mobilize etmektir.Onlarınki, çok sınırlı ve zamanla bağlı bir siyasi gündemdir”. İşleri daha da kötüleştiren de benzer çarpıtma ve bağnazlığın, “Yahudi” ve “Hıristiyan” diskur aleminde de cereyan ediyor olmasıdır.”(2) Örneğin Afganistan’da Taliban ve İsrail’de Haremüşşerif’e girme çağrıları yapan Tapınak Enstitüsü (Mahon Hamikdaş) adlı grup ve Heykel Dağı İnananları grubu gibi Yahudi radikal dinci gruplar örnek olarak verilebilir…

Peki bu tespitler doğrultusunda hala bir umut ışığı olduğunu söyleyebilmek mümkün müdür? Kolay olmasa da elbette mümkündür…İnsanların mümkün olan şeylerin peşinden ziyade mümkün değilmiş gibi gelen düşüncelere odaklanarak yaptıkları başarılar dünyayı şimdiki modern ve yüksek teknolojiye kavuşturan ana etmen değil midir? Bir taraftan derin bir ayrıştırma yaşayıp şiddet yanlısı olan radikaller, diğer taraftan çağdaş Müslümanların iktidar özlemlerini tatmin etmek uğruna dini kullanma dürtüsünü bir yaşam biçimine dönüştürmüş olmaları…Her ikisi de bu çatışmayı körükleyen ciddi etkenlerdir…Geniş kitleleri dinin gücünden faydalanarak mobilize etmek ve ortak amaçlar güderek iktidarın nimetlerinden, iktidar olmanın kazandıracağı tatminlik duygusundan yararlanmak…Bu durum ruhsal bozguna dönüşen ve çoğunlukla asalaklık boyutundan sıyrılarak Müslümanlığın değil ama Müslümanların belki de farkında olmadığı en ciddi ayrıştırma nedeni olan hastalığa dönüşmektedir…

İnsanoğlunun derin ruhsal bütünlüğü açısından değerlendirildiğinde; üstünlüğü veya mağlubiyeti çatışma ve kucaklaşmada aramak doğru değildir…Nitekim E.Said yazdığı makalesinin adına ‘Cehaletler Çatışması’ adını vererek çatışmanın cehaletlerimizden kaynaklanmakta olduğuna dair haklı ve gerçekçi vurgularda bulunmuştur.Çünkü cehaletimiz arttıkça hakikaten başkalarına olan tahammül gücümüz düşmekte ve çok çabuk tepki veren insanlar haline dönüşmekteyiz.Böylelikle dogmalar hayatımıza hakim olmakta sadece kendi düşüncemizin vazgeçilmez tek doğru olduğuna inanmaya başlamaktayız. Her toplumun veya köklü geleneği olan milletin tepkisinin düzeyi farklı olsa da tepkisiz kalanın olmadığı da bilinmektedir.Her şeye rağmen önemli olan tepkisel düzeyin ölçüsü ve kalitesidir…Ölçünün kaçmasının yaşadığımız süreçte en belirgin kaybın yaşandığı alan olduğu, referans aralığının ise her geçen gün daraldığı açıkça ortaya çıkmıştır…

11 Eylül’de olan ikiz kuleler faciası, Gazze savaşı, Afganistan ve Irak’ta yaşanan savaşla birlikte intihar saldırıları ve daha sayılabilecek pek çok örnek bu ölçünün kaçmış olduğunun göstergesidirler…Bu süreçte Müslüman ülkelerin yönetimsel anlamda olanlara kayıtsız kalmaları ve sadece Türkiye’nin yapılan haksızlıklara karşı sesini yükseltmesi, spontan ve doğal tepkilerde bulunması Medeniyetler Çatışmasından değil Medeniyetler Diyalogundan bahsetmesi dünyanın kayda değer bir şekilde dikkatini çekmiş bulunmaktadır.Bölgesinde barışı hakim kılarak ‘Yeni Osmanlıcılığı’ diriltmeye çalıştığı yorumları yapılırken, Türkiye dünyada aynı zamanda ‘Medeniyetlerin Kucaklaşması’ için en önemli ve ayağı yere sağlam basan şansı olarak kabul edilmeye başlanmış durumdadır.Nitekim bu süreçte sadece batıya değil aynı zamanda yüzünü doğuya çevirmiş olduğunu ifade eden bir Türkiye’nin; kendisini doğu ile batının bir ortak geçiş kapısı olduğu şeklinde tanımlaması tesadüfi değildir…

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı konuşmasında bu konuda gerekli mesajları çok net olarak verdiği görülmüştür.Basına yansıdığı şekliyle: “Başbakan Erdoğan, önceki gün New York Devlet Üniversitesi bünyesindeki Levin Enstitüsü’nde ‘Medeniyetler İttifakı’ konulu bir konuşma yaptı.11 Eylül saldırılarının ardından dünyayı daha fazla kutuplaşmaya sevk edecek bir söylemin hakim olduğunun görüldüğünü ifade eden Erdoğan, “Şunu belirtmek isterim, ayrıştırmak, farklılaştırmak, bölmek, parçalamak, yıkmak kolay olandır. Zor olan ama aynı zamanda olması gereken evrensel ve insani olan, yapmaktır, inşa etmektir, bir arada tutmaktır” dedi.

Nefret, öfke, ön yargı, aşağılama, horlama gibi yaklaşımların radikal akımlara ve teröre zemin hazırladığını kaydeden Erdoğan “Terörün en çok nemalandığı yer bu ayrışmalardır. Biz bütün bunların karşısına ortak değerleri, evrensel ve insani değerleri, ortak bir gelecek inşa etme idealini korumak zorundayız” dedi.   

Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini doğrulamak istemediklerini dile getiren Erdoğan, Yunus Emre ve Mevlana gibi düşünürlerin barışa yönelik güzel sözlerini örnek verdi. Erdoğan, şöyle devam etti: “Hepimiz ölecek miyiz? Öleceğiz. Öyleyse bu kavga niye, bu savaşlar niye?

Şimdi de ekonomik kriz var. Acaba dünyada savunmaya ayrılan para fakir, yoksul ülkelerin kalkınmasına ayrılıyor mu, eğitime, sağlığa, iklim değişikliğine ayrılıyor mu, çevreye ayrılıyor mu, kültürlerin bu noktada olgunlaşmasına ayrılıyor mu? Hayır, hayır, hayır! Burada gelişmiş ülkelerin üzerinde çok büyük bir yük var ve gelişmekte olan ülkelerin de.” (3) diyerek Türkiye’nin bu konuda önderliğini tüm liderlerin huzurunda ifade etmiştir.

Bu mesajların dünyanın gündeminde yaşanmakta olan pek çok savaşın yapıldığı bu süreçte söyleniyor olması, gelişmiş ve aynı zamanda gelişmekte olan ülkelere büyük sorumluluklar yüklüyor olması düşündürücüdür…Özellikle bu söylemden de anlaşılacağı üzere İsrail Hükümeti’nin politikacıları için Türkiye çok iyi bir örnektir.Türkiye örneğinde olduğu gibi dünyada barışla yükselen bir çizgi ve strateji geliştirmek her ülke için geçerlidir.Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır problem esasına uygun politikası her ülkeye örnek teşkil edecek kadar değerlidir.Soğuk savaşın tarih olduğu günümüzde artık savaş ve kavgayla beslenen stratejiye yer olmadığı aklı selim düşünen tüm politikacıların vardığı ortak bir kanaattir.

Başbakan bu konuşmasında böylesine olumlu mesajlar verirken diğer yandan dünyanın yaşadığı kafa karışıklığına da çözüm önerileri sunmaktan geri durmuyor.Zaten tüm dünya insanları savaşlarda kimin hatalı ve kimin masum olduğunu anlamakta gecikmemişlerdir.Nitekim İsrail askerleri ve politikacılarının Gazze savaşı sonrasında dünyada çeşitli kuruluşlar ve mahkemeler tarafından yakalanmaları durumunda tutuklanacaklarına dair çıkarılan mahkeme kararları bu konuda kimsenin şüphe duymadığını göstermektedir.“Başbakan Erdoğan, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gergin olduğu bir dönemde isim vermeden İsrail’i eleştirerek “Kim adaletsiz olursa, Türkiye onun karşısındadır. Zalimin değil mazlumun yanındayız” diyerek bu süreçte mazlumların dünyadaki hamisi rolünü kibarca üstlenmeyi bilmiştir.

“Büyük devletler küçük meselelerden korkmazlar, çekinmezler. Büyük devletler, küçük meseleleri arkalarında bırakır, geleceğe bakarlar. Birilerinin Türkiye ile meselesi, Türkiye’ye yönelik husumeti, garezi olabilir. Ama bizim hiçbir ülkeye karşı garezimiz, husumetimiz, farklı beklentilerimiz olamaz. Biz ülkemizde huzur istiyoruz, bölgemizde barış istiyoruz. Dünyada barış ve refah istiyoruz. Bütün politikalarımızı, bütün hedeflerimizi bunun üzerine inşa ediyoruz.”(4) diyerek uzlaşmazlık örneği karşısında susmaksızın tepkisini tekrar göstereceğini ifade etmiş ve sanki bölgesinden başlayarak dünyanın barış sürecinde önderlik yapacağını açıklamıştır.

Türkiye’nin kendisini; Orta Doğu ve Arap ülkelerinde, Asya’da, Kafkasya’da, Afrika’da, Balkanlarda ve Avrupa’da başta olmak üzere bölgesel ve kıtalar arasıyla sınırlamadığı Brezilya’ya kadar varan ticari ilişkileri ve ortak dev projelerinin olmasıyla bu görevi layıkıyla yapabilecek yegane ülke konumuna doğal olarak yükseltmiştir.Önemli olan BM gibi dünya ülkelerini ilgilendiren toplantı ve buluşmalarda ‘medeniyetlerin kucaklaşma beşiği’ olarak Türkiye’nin daha yoğun bir şekilde ön plana çıkarılmasıdır.Bu gelişmelerin arkası doldurulduğunda Türkiye kendi çabasıyla dünyanın süper liginin ilk sıralarına çıkan tırmanışını çok daha hızlandırmış olacaktır.Bu süreç aynı zamanda Hükümetin gelecek seçimlerde elde edeceği başarıyı garanti edecektir…

Devlet ciddiyeti ve sorumluluğunun güzel bir örneği olması bakımından Başbakanın pozitif mesajları sadece İsrail Hükümeti yetkilileri için değil, İran Hükümeti başta olmak üzere tüm devlet yönetme sorumluluğuna sahip liderler tarafından örnek alınacak kadar olumludur.İran-İsrail ikileminde bir tercih yapma lüksünde değiliz.İran ve İsrail arasında dünyayı çatışmadan kurtaracak bir denge unsuruyuz.Yahudileri bu bağlamda anlamaya çalışmanın(5) önemi açıktır.Sadece beyanatlarla gerçek bir sonuca varılamayacağı devlet bürokrasisinde bilinen bir gerçektir.Türkiye’nin çevresindeki komşularıyla yaptığı önemli anlaşmalar ve Nabucco gibi dev projelere imza atmış olması, bu projelere pek çok bölge ülkesini ortak etmesi sözün icraata dönüştüğünü çoktan göstermiştir.Sözün bittiği icraatın önemsendiği bir çağda yaşıyoruz artık…

Bu bağlamda ve geniş perspektifle değerlendirildiğinde sadece bölgesinde değil, Başbakan’ın Birleşmiş Milletler toplantısında yaptığı konuşmada Medeniyetler boyutunun altını çizerek belirtmesiyle küresel ölçekte de Medeniyetlerin kucaklaşma sürecine Türkiye’nin katkısının artacağı açıkça belli olmuştur.İran’la yakınlaşması nedeniyle Türkiye eksen kayması değil, bilakis dünyanın bozulmuş yatay ve dikey eksenlerini dengeye getiren ‘düzen kurucu ülke’ olduğunu cesaretle ifade etmelidir.Dünyanın ve insanlığın geleceği için bu görevi üstlenecek en ideal ve önder ülke Türkiye’dir.Bu görev onun parlayan yıldızını tüm dünya insanları ve yönetimleri karşısında güçlendirecek, sadece bölgesel bir dev/güç olmasını değil aynı zamanda küresel bir güce dönüşmesini de kuşkusuz garantileyecektir…

(1-2) Edward W.Said http://derinanadolu.tripod.com/01-10-17-cehaletler-catis.htm

(3) http://www.stargazete.com/politika/bolmek-yikmak-kolay-bir-arada-tutmak-zor-haber-214809.htm

(4) http://www.taraf.com.tr/haber/42414.htm

(5) ‘Yahudileri Anlamaya Çalışmak’ Dr.Recai Yahyaoğlu tarafından yazılmış makale www.tamtip.com adlı web portalında yayınlanmaktadır…

Dr.Recai Yahyaoğlu

www.tamtip.com

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.