Hala hatırladıkça gülümserim. Elbette acemiliğimin payı çok büyüktü, şimdiki aklım olsaydı asla böyle bir ifade kullanmazdım ama oldu işte, ağzımızdan bu soru cümlesi çıktı. Çok zaman önceydi, 1990’ların başındaydık. Yeni psikiyatri uzmanı olmuştum. Daha asistanlığımda derdimizi anlatma merakımız baş gösterdiğinden, yazmaya başlamıştık. Yazdıklarımız daha ziyade modern psikiyatrinin insanın uçsuz bucaksız psikolojik varlığını asla tamamen tüketemeyeceğine, maneviyatı kapsamadan özellikle bizim gibi ülkelerde çok etkin olamayacağına yönelikti. Çoğu sağlık çalışanlarından oluşan bazı dost meclislerine, sohbetlere çağrılıyorduk. Yine bunlardan birisiydi. Aynı minval üzerine sohbet koyulaşmıştı. Kendileri de hekim olan dinleyiciler gemi azıya almışlar, benim artık mensubu olduğum modern psikiyatrinin eleştirisini çok uçlara götürmüş olmalılar ki, onlara “yok o kadar da değil, modern psikiyatri de lazım” deme gereğini hissettim. Bu gereği, çok çarpıcı bir örnekle anlatma hevesimin bir neticesi olarak, çoğu bir mürşide bağlılardan oluşan hekim topluluğuna “Mesela siz mürşit bellediğiniz insanın akıl sağlığından emin misiniz?” diye soruverdim.
Buz gibi bir hava esti ama yok yok, mecliste bulunan dostların sağduyusu sayesinde başıma bir şey gelmedi. Benim pek de düşünülmeden söylenmiş ifademi acemiliğime vermiş olmalılar ki, sorumu duymazdan geldiler, sohbet usulca başka mecralara kaydı.
Şimdi olsa böyle bir soruyu iki nedenle asla sormazdım. Bunlardan birincisi demokrasiye, hak ve özgürlüklere ilişkin bakışımda “derinleşme” olduğunu sandığım (ki inşallah öyledir) değişmedir. Kimsenin, hiçbir grubun, topluluğun hayatlarına, hele de mahrem belledikleri alanlara destursuzca girmeye hakkım olmadığını yaşarak öğrendim. Belki teorik olarak hepimiz bunu biliyoruz; insanların hürriyetlerine saygı göstermenin lüzumuna, başkalarını rahatsız etmedikçe herkesin kendi hayatına dilediği biçimde çekidüzen verme hakkı olduğuna inanıyoruz ama buna rağmen onların bu haklarını çokça ihlal ediyoruz. Bu soru, açıkça hak ihlaliydi. Orada bulunan topluluğu, beni zarif bir biçimde davet eden ve dinleme nezaketinde bulunan insanları rahatsız etmeye hakkım yoktu. Öyle patavatsızca bir soruyla kendime alan açmaya çalışacağıma, onları bir gün de manevi toplulukların dinamikleri ve işleyişleri üzerine sohbet etmek için iknaya çabalayabilirdim.
Böyle bir soruyu şimdi sormayacak oluşumun diğer nedeni ise, doğrudan doğruya tasavvufi toplulukların varoluşsal durumlarıyla alakalı. Tasavvuf, kendi dini bakışınıza göre, ister İslami bilgi gövdesinde ona esaslı bir yer ayırın, isterse orada bulunamaz deyip sosyokültürel bir vakıa olarak değerlendirin, Müslüman dünyadaki apaçık bir gerçeklik. Tasavvufi bir yola girmiş, yani ehli tarik olmuş binlerce insanın yanı sıra, maneviyatı şöyle ya da böyle, çoğunlukla buradan beslenen milyonlarcasını görmezden gelemeyiz. Tasavvuf, bu ülkedeki maneviyata ve insan ilişkileri görünümüne katkı sağlayan ana renklerden birisi. Birçok insanın “Hakikat”e bakışları ve “Hakikat” ile rabıtaları, tasavvufi anlayış ve organizasyonları sayesinde oluyor.
Müslüman dünyanın kendine özgülüğü nedeniyle buradaki toplumu ve insanı, insanlık hallerini anlayabilmek için modern beşeri ve (tıbbi) bilimlerdeki bakışa önemli ilaveler yapılması gerektiğini, birçoklarıyla birlikte hep söyleye geldik. Beşeri bilimlerin fizik bilimleriyle aynı nitelikleri haiz olduğunu ve tıpkı onlar gibi işlemesi lazım geldiğini savunan pozitivizmi mütemadiyen eleştirdik. Hele hele üzerine yükseldiği sosyokültürel zemine, manevi iklime göre çeşitlilik arz eden hakikat tasavvurlarının sadece Batılı bakışın tekeline verilmesine neredeyse isyan ettik. İşte bu pozisyonumuz nedeniyle sorduğumuz soru, abesle iştigaldi. Bizi var eden eleştirilerimizin, isyanımızın bizzat bizim tarafımızdan anlaşılmaması, zımnen yegâne hakikat bilgisinin Batılı zihnin temellükünde olduğunun itiraf edilmesiydi. Demek ki acemiliğimiz söylediklerimizin künhüne varmamıza maniydi.
Lafı bu kadar dolandırdım, çünkü şimdi yine tam da aynı konuda söz almak istiyorum. Müslüman toplumlar ve onlardan birisi olan toplumumuz, insanımız, kendine özgü bir gerçeklik içinde yaşayıp gidiyorlar. Buradaki gerçekliği anlayabilmek için burayı derinlemesine kavramaya matuf bir bakış ve bilgi türü gerekiyor. Bütün bunları anladık, amenna. Ama burada da bireysel psikolojiler gibi topluluk psikolojileri de hasarlanıyor. Nasıl elimizdeki modern psikiyatrik bilgiyle tek tek insanımızdaki hastalıkları teşhis edip tedaviye çalışıyorsak ve topluluklardaki sağlıksız olduğunu sandığımız halleri tespit edip uyarmak görevimiz var. Elbette kimse bir topluluğa psikiyatrik bir teşhis koyup tedavi etmeye kalkamaz, kalkmamalı. Modern psikiyatrinin kendisi de asla bu iddiada değil. Ama toplum sağlığına yarayışlı olacak bilgiyi paylaşma mesuliyetimizi de görmezden gelemeyiz. Usulü dairesinde manevi topluluklardaki psikolojik sağlık meselesini ele almalıyız.