Anfi tiyatronun tam göbeğinde önünde kocaman bir enstrümanla ve kan kırmızısı elbisesiyle İtalyan bir kadın duruyor. Çalmakta olduğu harp’e kendisini öylesine kaptırmış ki bir rüzgârgülü esrikliğiyle baş döndürücü bir atmosfer oluşturuyor. Sözde keşfe geldiğimiz bu antik yapıya saat 4 dolaylarında vardığımızda kapıdaki muhafız(!) biraz sonra ziyaret saatinin biteceğini söylüyor. Ama yarım saat falan kalıp çıkacağımızı ekliyoruz ve böylece rüşvet falan vermeden içeri giriyoruz. Da yapının orta yerinde bulunan sahneyi dolduran ve lir çalan kadın ve ney’e benzer yan flütle ona eşlik eden Arap müzisyenin çaldıkları ruhsal gıda bizi öylesi bir havaya sokuyor ki bir an seçkin bir dinleyici topluluğuna yüksek bir ücretle verilen bir müzik ziyafetine biletsiz ve kaçak girmiş gibi hissediyorum. Herhangi bir ücret vermeden böylesi müzikal bir tada varmak ne istisnai bir zevk!
Müzik öylesine uzamsal, evrensel, cezb edici, öylesine dokunaklı, alıp sizi piedra ırmağı’nın kıyısına, tigris, fırat ve nil’e götürücü ki! Dadından yinmez. Konfüçyüs te şuralarda bir yerlerde oturmalı ve kadim kelimesi ‘Müzik ruhun gıdasıdır’ı burada demeliydi asıl!
Kan kırmızısı, gonca gül kırmızısı, Kürt kırmızısı elbiseli İtalyan harpçalar! Bir tür ömür törpüsü! Kadın değil bir şeytan ki incelik ve ayrıntıyı değil insanın, kimi duvarları hala eski canlılığını koruyan dev tiyatronun duvarlarında biten nebatatın bile içine işleyecek cinsten. Zaten bu alıp sizi, şu meydanda cenk eden Libyalıların belki ataları olan Libbi kavimlerle Romalı lejyonerlerin kavgalarına, akıttıkları kanın beyhudeliği fikrine ve savaşa savaşa kardeş olan kavimlerin nedamet duygularına değin her bir duyguyu yaşatan bu evrensellik İtalyan lir çalıcısı hatun kişiye de mutlak neden sömürgeleştirdik Libya’yı dedirtmiştir muhtemel. En. Sonra yan yana durduğu ve Arap fizikli adamla da öylesi bir ‘Kirvem’ duruşa sahipler ki! Sanki kadın bir Yezidi ve adama eşlik ederken ‘Biz Yezidi kızlarının sabah ezanı okunurken… diye başlayan anonim parçasına göndermede bulunuyor gibi.
Bu müzik Havvaoğluna neler yaşatmaz ki? Artık yaşamadığı ve geriye kalan ömründe bir hayatı olmayacağı için bir ölü kadar cesur olan, hayatını ve cümle ‘ben’ini bir ilhamlık şiire değişmiş bir şairi mi yaşatmaz? Popüler başlıklar bulmaya çalıştığı yazılarına göz gezdirirken bir gün olsun uyan ey gözlerim diyemeyen, hep başkalarının hayatını yaşayan bir duvardibi mudavimini niye kırdığını düşünemeyen bir üniversite öğrencisini mi yaşatmaz?
Kırmızılı kadın ve beyazlı adamı dinleyen yüzlerce turist var etrafımızda. Her dinleti sonrası bir alkış tufanı kaplıyor antik meydanı ve anfitiyatroyu. Ve acaba Tripoli’den de duyuluyor mu bu seda? Hayret ki bendeniz de içimden gelerek alkış tutuyorum buna. Arkadaşlardan biri uzaktan el ediyor gel de gezelim şuraları diye. El etmesine ben de el ederek karşılık veriyorum ama bu hissiyat terennüm ettirici müzikali bırakıp gideceğim yok. Zaten ‘Başbakan falan (da) olacağım yok’ *
Yüzlerce turist içerisinde şu haleti, şu dinletiyi fotoğraf karelerine sığdırmaya çalışan bir tek benim arkadaşımdı demek isterdim ama hakikat her gerçeğin fevkindedir! Ama bir yarışma yapılsa ve en çok kim hoşlandı bu dinletiden diye sorsalar ve her ne kadar bunu sözcüklerle ifade etmek, yazıya dökmek kabil gibi görünmese de en çok ben bağırır çağırırdım falan gibi şeyler…
Tripoli veya sonunda –s eki almış hali ‘üç şehir’ anlamına geliyor. Ve sözde görmeye, keşfe geldiğimiz bu kent Trablus’a üç şehir anlamını veren kentlerden birisi. Humus adlı şehirde Leptis Magna adlı antik kent, Sabrata adlı şehirde de yine Sabrata adlı antik bir kent var. Romalıların tahıl anbarı olarak kulandıkları koca bir coğrafyanın en merkezi bölümü…
Arefe günü böyle yüksek dozajlı duygularla geçti. Bugün bayram ve bayramda buralar bomboş oluyor. Şehirde yerleşik ailelerin çoğunluğu bayram zamanlarında köylerine, komşu şehirlerdeki memleketlerine, güneye çöle gidiyorlar. Bayramda buralar bomboş oluyor. Bomboş olduğunun söylenti olduğu yönünde şayialar da var. Kimilerine göre Havvaoğluna hep öyle gelirmiş. Bayramda sadece buraların değil, örneğin İzmir veya İstanbul’da, Londra’daki 5. Bölgede ve parfüm değil başka şey kokan Paris’in arka sokaklarında yaşayanlara da öyle gelirmiş. Finlandiyalı bilim adamlarının yaptıkları araştırmaya ve bir sır gibi saklanan iddiaya göre bayramlarda yetişkin insanlar çocuklar kadar şen şakrak olamazlarmış. Buna neden olan en büyük etken geçen bayramda ölenler veya öleceği bilinen, ölümünden korkulan kişilerin öleceğine dair boş inanışlarmış. Araştırmayı yürüten kurumun başındaki bilim adamı şu an bayramda hüzünlenmeye ve ‘bayram gelmiş neyime kan damlar yüreğime’ sözünün psikolojik ve toplumsal nedenleri üzerine araştırmalarını devam ettireceklermiş.
Ama bugün çocuk şekeri yerine yetişkinlere ikram edilen şekerlerden üç beş taneyi ceplerine doldururken, Arap çocuğun iddia ettiğine göre ise, kurban kesmek insandaki şiddet duygusunu yok ediyor, hüznünü gideriyor ve mutluluk hormonu salgılanmasını sağlıyormuş. Hatta kurban kesilen hayvan kesilmeden önce ‘Bismillah’ demek ve salavat getirmek hayvanın tüm fiziğini, kimyasını etkiliyor, damarlarında akan kanın bile kimyasal yapısını etkiliyormuş. Kırmızı kaplı bir kitapta yazdığına göre ‘Bismillah’ her hayrın başıymış.
Kırmızı elbiseli kadın kurbanlık deve kesilirken kırmızı pabucuna damlayan mavi kanı ‘Bismillah’ diyerek temizlemek istedi ama artık çok geçti.
*Otobiyografim, Nazım Hikmet