Anatomi insanın vücudunu, organlarını, yapısını inceleyen bilim dalıdır... Fizyoloji ise bu yapıların içeriğini ve nasıl çalıştığını incelemektedir. Anatomi ve fizyoloji gibi temel tıp bilimleri insan vücudunun maddesel yapısıyla ilgilenirken psikoloji ilmi insandaki ruh dediğimiz soyut bir yapıyla ilgilenir. Vücudunun %60’ından fazlası su olan insan, ruhunun kaçta kaçını vefa, sadakat, aşk, bencillik, kıskançlık, hırs vb duygular oluşturmaktadır. Vücuttaki su miktarı somut bir yapı olduğu için bunu ölçmemiz çok kolay fakat saydığımız bu duygusal kavramlar soyut olduğundan dolayı ölçmemiz mümkün değildir. Çeşitli psikolojik testlerle ortaya konulan bazı ölçülerin gerçekliği de tartışılır. Bunun için kesin olan bir şey var ki bunlardan hangisinin kişide daha çok bulunduğunu ancak kişinin kendisi bilebilir.
Vücudumuzdaki çeşitli değişikliklerin parametreleri laboratuar testleriyle ölçülebilirken hangi duygu ve düşüncede olduğumuzu ölçmek ve öğrenmek için sadece aynaya bakmamız yeterlidir. Yaşımız, mesleğimiz, konumumuz ve cinsiyetimiz ne olursa olsun duygularımızla, kurduğumuz hayallerle ve sonucuna ulaşamadığımız hayal kırıklıklarımızla bu sosyal yaşantının içerisindeyiz… Birey olarak toplumda üzerimize düşen görevleri yapmaya çalışıyoruz. Fakat bunun yanında kendimiz için neler yapıyoruz bunun farkında mıyız?
Aynada kendimize bakıp “Kendim için ne yaptım?” diye sorduğumuzda dürüst bir şekilde kendimizi eleştirebiliyor muyuz? Yoksa ötekilerin eleştirileriyle yıkılıp dağılıyor ya da onların övgüleriyle havalara mı uçuyoruz… Ötekilere odaklı bir hayatımız mı var? Hayatımızın merkezinde biz mi varız yoksa ötekiler mi?
Kendimizi başkalarıyla kıyaslayarak yaşıyorsak şayet, işte durup biraz düşünelim. Bu hem özgüvenimizi zedeler hem de bizi başkalarının hayatlarına odaklı bir birey yapar. Hayatta bize verilenlerle diğerlerine verilenler aynı olmadığı için bir kere hayata farklı araçlarla başladığımızı unutmayalım. Bu yüzden hiç kimse birbirine benzemiyor ve aynı kaderi yaşamıyor. Hiç şüphesiz bu nokta kendimizi tanımanın başlangıcı, kendimizle barışık yaşamanın vesilesi olacaktır. Yeterince kendini tanımamış, kendine odaklanmamış kişiler hayatta ne istediğini bilmeden yaşar giderler ve diğerlerine imrenerek yaşamlarını bitirirler. Kendilerini yetersiz, değersiz hissederler ve depresyona girme riskleri diğerlerine oranla daha fazla olur. Üstelik ötekilere bakmaktan ruhunda açılan yaraları fark etmeyecek kadar kendilerinden uzaklaşır.
Hayatınızı sürekli başkalarının hayatlarıyla kıyaslamanız ne hayatınıza bir şey katar ne de hayatınızdan bir şey alır. Ama ruhunuzda mutsuzluk hissinin kök salmasına ve başkalarını potansiyel bir tehdit olarak algılamanıza neden olur. Kendinizi, kendi elinizle anlamsız bir rekabete sokmuş olursunuz. Bunun sonuncunda ise gücünüzün tükendiğini, yaşam sevincinizin azaldığını hissetmeniz kaçınılmaz olur.
Hayatın güzelliklerini yaşamak istiyorsak ötekilerin yaşadığı hayattan kendimizi belirli noktalarda soyutlamalıyız. Şunu hiç bir zaman unutmayalım ki hayat oyununu tribünlere oynayacağımıza, oyunu kendi kurallarımıza göre oynayalım ve tribünler bizi seyretsin sizce bu daha zevkli değil mi?
Geminin kaptanı olarak rotanızı şaşırmak istemiyorsanız başkalarının gemileriyle ilgilenmeyeceksiniz. Bu şekilde kendi geminizde oluşmuş hasarların, zararların farkında olacak ve geminin su alıp batmasını engelleyeceksiniz. Elimizdekilerin farkına varmadığımız müddetçe onların aslında nasıl bir nimet olduğunun farkına varamayacak ve o nimetleri kaybetmeye mahkûm olacağız. İşte bu yüzden atmanız gereken en önemli adım kendi gelişiminize odaklanmaktır. Kendinize odaklanıp, kendinizi anladığınız sürece size bahşedilen hayatın ve imkanların birer nimet olduğunu göreceğinizden hiç şüpheniz olmasın.