"İşçi ne kadar zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia üretmekle kalmaz; genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.
bu olgu sadece şunu dile getirir: emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesnelleşmesidir. Emeğin edimleşmesi, onun nesnelleştirilmesidir. İktisat aşamasında emeğin bu edimleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür.
(...)
Bütün bu sonuçlar şu belirlenimin içinde bulunur: işçi kendi emek ürünü karşısında, yabancı bir nesne karşısındaki ile aynı ilişki içindedir. Çünkü bu durum, varsayım gereği açıktır: işçi kendi emeği içinde kendini ne kadar dışlaştırırsa, kendi karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünya o kadar erkli bir duruma gelir; kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur. Bu, dinde de böyledir. İnsan tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendinde o kadar az şey kalır. İşçi yaşamını nesneye koyar, ama o zaman yaşamı kendisinin değil nesnenindir. Demek ki bu etkinlik ne kadar büyükse işçi o kadar az kendisidir".[1]
Bugün “yabancılaşma” kavramıyla bu kadar sıkça karşılaşmamızın nedeni, işte bu satırlardır; zira bu satırlarda oldukça nitelikli biçimde dile getirilen felsefi antropolojik düşünce sonradan siyasi aklın eline düşmüş, siyasi dile çevrilmiş ve popüler bilince yerleştirilmiştir. Bir kavram bir kez popüler bilince yerleşti mi, o artık herkesin malıdır, onu herkes dilediğince tepe tepe kullanabilir; bugün de kullanmaktadır. Sağcılar solcular, her siyasi görüşten insanlar, her akademi dalının özensiz yazarları, yolu edebiyata uğramış her insan, kendince bir “yabancılaşma” tanımı yapmakta, nasılsa kullanıcısına bir kredi kazandırdığı düşünüldüğü için de kullandıkça kullanmaktadır. Bir “Felsefe Sözlüğü”[2]nde geçen yabancılaşma tanımlarının birbirinden farklılığına bakarsanız, ne demek istediğimiz çok açık biçimde anlaşılacaktır: “1- Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme; 2- Psikiyatride normalden sapma; 3- Çağdaş psikoloji ve sosyolojide, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissi; 4- Felsefede, şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma ya da kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi durumu; insana özgü özellikleri, insani ilişki ve eylemleri, insandan bağımsız olan ve insanın yaşamını yöneten şeylerin, cansız nesnelerin özellikleri, ilişkileri ve eylemlerine dönüştürme hareketi ya da süreci; 5- Yabancılaşma daha özel olarak ve benliğe yabancılaşma anlamında, benin kendi özünden uzaklaşmasıyla, kendisine ve eylemlerine nesnel bir biçimde, sanki bir ustanın elinden çıkmış bir nesneye bakarcasına yaklaşmasıyla belirlenen bilinç hali; kişinin kendi beniyle ya da zihin halleriyle, kendisi arasına duygusal bakımdan mesafe bırakması durumunu, kişinin gerçek beniyle olan içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan kendinden kopma hali”. Sözlüklerdeki bu tanım garabetinin yanı sıra bir de akademide birbirinden bir parça ayrı düşen her şey, her durum için özensizce “yabancılaşma” dendiğini, hatta bazen “kültür yabancılaşması”, “aydın yabancılaşması” gibi kullanım şekillerinde kavramın pejoratif bir şekilde hatta küfür niyetiyle kullanıldığını görürsünüz.
Yabancılaşma, felsefi veya bilimsel bir kavram değildir
Birbirinden bu kadar farklı anlam öbeklerine ayrılabilen bir kavramın aslında hiçbir anlamı yoktur denilebilir. Bize göre bugün yabancılaşma kavramının teoloji (ve tabii edebiyat) dışında bilim ve felsefede hiçbir kullanışlılığı bulunmamaktadır. İki yüz yıl önce teoloji, felsefe ve bilim henüz tam olarak ayrışmamışken kullanılan bu kavram, sadece o dönem için meşru bir kullanım zamanı bulmuştu, bugün için sadece teolojiyle (ve tabii edebiyatla) sınırlı bir anlam alanına sahiptir. Bu yazıda “yabancılaşma” kavramının onca debdebesine rağmen felsefede ve bilimde kullanılmasının gereksizliğini, yersizliğini anlatmaya çalışacağız.
Doğrudur, “yabancılaşma” kavramını icat eden, popüler bilince yerleştiricisi Marx değildir; yabancılaşma düşüncesi, Plotinos ve Aziz Augustinusa kadar geri götürülebilir. Kavram, teoloji, felsefe ve bilimin tam olarak ayrışmadığı 19. Yüzyılda Alman düşünürler tarafından yaygın olarak kullanılıyor, herkes yabancılaşma konusunda kendi fikrini söylüyordu. Örneğin maddeci Feuerbach’ta yabancılaşmanın sorumlusu dindi; Tanrı, insanın kendisinden uzaklaştırılması, yabancılaştırılmasıydı. Hegel ise yabancılaşmayı insanın özne (yani kendini gerçekleştirmeye çalışan) yanıyla nesne (yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen) yanı arasındaki ayrışmada arar. Hegelcilikten kopuş derdindeki Marx’ın girişteki alıntısı kendi yabancılaşma anlayışını ortaya koymaya matuftur. Marx, başta “Alman ideolojisi”[3] olmak üzere daha sonraki eserlerinde yabancılaşma anlayışını kapitalist üretim sürecine göre tanımlamayı ilerletir; kapitalist toplumu eleştirisinde başlangıçtaki perspektifini sürdürür. Kapitalist toplumdaki üretim süreçleri ve işbölümü nedeniyle insan kendi faaliyetinin ürünü olan şeylerin kölesi haline gelir; teknoloji karşısında değersizleşir, insan ilişkilerinde araçlaşır, metalaşır. Kapitalist toplumun üyelerinin birbirlerini anlaması imkansızlaşır; herkes kendi küçük adası içinde yalıtılır.
“Yabancılaşma” kavramının Marx’taki kullanım sürecine baktığımızda felsefeden ekonomi politiğe doğru hızla yer değiştirdiğini ve daha ziyade eleştirel politik bir dile evrildiğini, “Kapital”[4]e gelindiğinde de kavramın neredeyse terk edildiğini, “meta fetişizmi” ile yer değiştirdiğini görürüz. Marx’ın kapitalist toplum eleştirisindeki bu görüşlerine toptan bir itirazımız olmadığı gibi, desteğimiz söz konusudur. “Siyaset” kavramıyla ilgili yazdığımız bir yazıdaki şu sözlerimiz[5] bunun kanıtıdır:
“Modern zamanlarda kapitalist Batı’da, feodal sınıflara karşı halkı arkasına alarak egemen hale yükselmiş olan burjuvazi, bir sanayi demokrasisinin kuruluşuna öncülük etti ama küçük (!) bir el çabukluğunu da elden bırakmadı. El çabukluğu siyasal alanın daraltılmasıydı. Kapitalizmin işleyişini sekteye uğratmamak için siyasal alan, “ekonomik gerekçeler”, “realite” ve “piyasa dinamikleri” gibi çeşitli nedenlerle sınırlandırıldı, siyasetle bir paranın iki yüzü gibi ayrılmaz olan ekonomi siyasetin dışına çıkartıldı. Bu nedenle 19. yüzyılda sanayi demokrasilerinde siyaset, sesi gür çıkanların veya sesini duyurma imkanına sahip olanların uğraşısıydı. Sessiz çoğunluklar ve geniş halk kitleleri ise ortaya çıkan alternatiflerden birisini tercih etmek zorunda bırakılan seyirciler durumunda bırakıldı. Siyaset ile ekonominin ayrıştırılınca ekonomi politiğin “politik” kısmı yok ediliyor, ekonomi salt teknik bir soruna indirgeniyordu.
İşte bugün halkın siyasi alan hakkında tereddütlü bir tavır sergilemesinin, siyasetçilere güvenmemesinin, siyasetten kısmen uzak durmasının nedenleri ta o zamanlara, “temsili demokrasi”lerin kuruluş zamanlarına uzanır. Zira ekonomi, siyasi alanın dışına atılınca ister istemez “parayı veren düdüğü çalar” anlayışı halkın zihniyetinde belirleyici oluyor; halkın zihninde demokrasi seçime indirgeniyordu. Halk, demokrasinin tadını sadece seçim zamanları hissediyor ama kendisini asla gerçek bir “demokrasi aktörü” olarak algılayamıyordu.
Demokrasi alabildiğine yüceltilirken halkın kendisini asla rejimin temel aktörü olarak hissetmemesi, sadece teorik değil pratik olarak da tam bir açmazdı, uzun süre üstünün örtülmesine de imkan yoktu. Soğuk savaşın sona ermesi, enformasyon teknolojilerindeki inanılmaz gelişmeler ve küreselleşme olgusu başta olmak üzere 20. yüzyılda yaşanan olaylar, ister istemez demokrasilerde derinlik sorununu gündeme getirdi. Bu da bugüne kadar kendisine takdim edilen aktörlerden birisini seçmek zorunda kalan vatandaşların artık bizzat doğrudan aktör olarak siyasal sistemde yer almalarını ve siyasal alanın genişletilmesini zorunlu kıldı. Artık “adil ve serbest seçimler” demokrasi tanımı için yetmiyordu. “Temsili demokrasi” şiddetle eleştiriliyor, “güçlü demokrasi”, “doğrudan demokrasi” gibi kavramlar gündeme geliyordu. Yeni demokrasi anlayışında vatandaşlar artık siyasal arenadaki aktör ve söylemelerin seçicisi olmaktan çıkarak bizzat hem aktör olmak hem de söylemi belirlemek istiyordu. Ayrıca her türlü sosyal ve ekonomik sorun, siyasete konu ediliyor ve siyasal alanı genişletici önlemler alınıyordu. Kimse “milli gelir”, “GSMH” gibi uzun zamanlar vatandaşların gözünü boyamış kavramlara inanmıyor, “insani gelişim endeksi” gibi yaşam kalitesiyle ilgili yeni kavramlar ortaya çıkıyordu.”
Bu kadar uzun bir alıntıya yer vermemizin nedeni, kendi görüşlerimizin takdimi değil, Marx’ın yıllar önce “yabancılaşma” başlığı altında tartışmaya çalıştığı hususların günümüz siyaset felsefesinde bambaşka bir şekilde ve daha ziyade temsili demokrasi eleştirisinde kullanıldığını, artık “yabancılaşma” kavramına en olması gereken alanda bir gerek olmadığını göstermeye çalışıyoruz. Bize göre Marx’ın ilerleyen dönemlerde başlangıçta temel aldığı “yabancılaşma” kavramını giderek kullanımdan kaldırmasının nedeni de budur. Kapitalist toplum eleştirisine temel teşkil eden yabancılaşmayla ilintilendirilen saptamalar, zaten sonradan Durkheim, Weber ve Simmel’den dolanarak çağdaş sosyoloji içinde kendisine sağlam bir yer edinmiştir.
Edebiyat ve teoloji, bilim ve felsefeyle karıştırılmamalı
Marx’tan kaynaklanan popüler kullanımın dışında ama yine bu popüler kullanımın etkisiyle “yabancılaşma” kavramının en çok girdiği alanlardan birisi de varoluşçu psikolojidir. Albert Camus’un “Yabancı”[6]sında romanın ana karakteri Meursault'ın şu sözleri, yabancılaşma kavramının varoluşçu psikolojiye yerleştirilmesine temel teşkil eder:
"Yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) iyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım."
Günümüz insanının bu sözlerdekine benzeyen yaşantıları, çağdaş psikoloji ve psikiyatride yabancılaşma gibi belirsiz bir kavrama yer verilmeksizin anlaşılmaya çalışılmaktadır. Martin Heidegger, Medard Boss gibi varoluşçu felsefe ve psikolojinin kurucu düşünürleri de “yabancılaşma” kavramına yüz vermemişlerdir. “Anlamsızlık”, “yalnızlık” gibi kavramlar varoluşçular tarafından daha çok tercih edilmiştir. “Yabancılaşma” kavramının, varoluşçulukla birlikte anılmasına neden olanlar, düşünürler ve klinisyenlerden ziyade Camus ve Sartre gibi edebiyatçılardır.
Bize göre “yabancılaşma” kavramının meşru kullanımı yalnızca teolojide bulunmaktadır. “Yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. Yabancılaşmayı aşma ancak ve ancak inancın sıçrayışıyla, Tanrı’ya yönelmek suretiyle mümkün olabilir” mealinde sözler söyleyen Kierkegard, tam da bizim sözünü ettiğimiz yere işaret etmektedir.
Yabancılaşmadan bahsedebilmemiz için daha önceden yabancılaşmamış, “öz” ya da “doğa” halinde bir durumun varlığına inanmamız gerekir. İnsanın bir özü, insana has bir doğa durumu olduğunu ileri sürmemiz halinde ancak yabancılaşmadan konuşmaya geçebiliriz.
Felsefede insanın ne olduğu sorusuyla “felsefi antropoloji” ilgilenir. Felsefi antropoloji, felsefenin teolojiye de bilime de en yakın, bu yüzden de sınırları en muğlak alanıdır. İki yüzyıl önce din, bilim ve felsefe henüz birbirinden tam olarak ayrışmamışken “yabancılaşma” gibi hepsini birden ilgilendiren kavramların ortaya çıkış nedeni de bu muğlaklıktır. Bugün tüm bu alanlar birbirinden ayrıdır; antropolojide, felsefi antropolojide ve teolojide "insan" kavramı birbirinden farklıdır. Gerçek düşünürler bu üç alandaki “insan” arasındaki farkı kolayca görürler.
Yabancılaşmada ısrar teoloji yapmaktır
Anlama dayalı şaşmaz ve değişmez bir “öz” atfedilen “insan” teolojinin insanıdır. Teolojide insanın yeryüzüne düşüş (gönderiliş) anlatıları, yabancılaşma öncesi ve sonrası insana ait fevkalade tanımlar içerir. Düşmeden önceki insan, yabancılaşmamış, gerçek insandır. Dünya hayatı, insanın düştüğü yerden kalkması, tekrar cennete yükselebilmesi için bir imtihan alanıdır. Yabancılaşma öncesi, her insana “cennet ehli”nde görülebilecek bir mükemmellik atfı sadece teolojide vardır. Eğer yabancılaşma kavramındaki bu teolojik niteliği görüp terk etmezsek, dünyayı yorumlamak değil dönüştürmektir diyen Marx’ı bile bazılarının yaptığı gibi teolojinin içine iteriz.
“Marxizm eleştirilerinde Marxizmin bir dini inanç olduğu tezi büyük yer tutar ve bu durum Marxistler arasında en çok rahatsızlık uyandıran konuların başında gelir. Çünkü, bildiğimiz gibi Marxizm dine karşıdır, onlara göre din toplumların afyonudur. buna karşılık Marxizmin mahiyeti de bir bakıma karşı olduğu şeyin yerine geçmesi suretiyle gerçekleşen bir dindir. Dolayısıyla, kendi kendisini gerçekleştiren kehanet örneğindeki gibi Ayn Rand’ın ifadesiyle, Marxizm aydınların afyonudur. Dini ortadan kaldırmaya yönelik bütün hareketler açık veya örtük şekilde bir din olmaktan kaçınamamıştır.
Marxizm dini, tarihin sözde yasalarının keşfedilmesi (vahyedilmesi mi demek lazım?) inancına dayanmaktadır (bkz: “Tarihselciliğin Sefaleti”). Bu sözde bilimsel yasaların öngördüğü tahminler (Marxistlere göre tahmin değil kaçınılmaz gerçeklik) hiç bir zaman tutmamıştır. Marx'ın dininin papazlarının en büyük uğraşı, bu gerçekleşmeyen öngörüleri açıkla(yama)mak olmuştur. Örneğin Marxist itikada göre işçi sınıfı büyük bir yoksulluğa düçar olacak, bunun sonucunda gidip burjuvanın gırtlağına basacak ve devrimi gerçekleştirecektir. Bu Marx'ın sözde bilimsel bir yasasıdır. Ancak Marx peygamberin takipçisi ulema, çeşitli şekillerde bu kehanet fiyaskosunun açıklamalarını yapmaya uğraşmakta veya kutsal metinlere açıklayıcı şerhler düşmektedirler.
Marxist dogmaya göre Marx yanılmazdır, çünkü tarihin evrensel yasası olan diyalektik materyalizmi keşfetmiştir. Onlar kimi Hıristiyan mezheplerin İsa Mesih'i beklemesi gibi Marx'ın kehanetlerinin gerçekleşmesini bekliyor, er ya da geç... Bir kısmı tarihin öğrettiklerinden ders alarak, bu tür kehanetlerin safsatadan ibaret olduğunun ayırdına varmakla beraber bir kısmı da Marxizmden vazgeçmeyi akıllarının ucuna bile getirmezler. Marx yanılmış olsa bile onlar yine Marxisttir, çünkü iyilerin ve kötülerin savaşında, iyiliğin safında kılıç kuşanmışlardır. Marx'ın yama tutmayan kehanetlerine başka kulplar takarak inançlarına sıkı sıkı sarılmaya eğilimlidirler. Çünkü bu iyilikle kötülüğün, adaletle sömürünün savaşıdır. Alexander Gray'ın dediği üzere, Marx şakirtlerinin çoğunlukla yaptığı şey, Marx'ın söylediği sözlerdeki gizli anlamları, şifreli kelimeleri gün yüzüne çıkarmak ve tefsire tabi tutarak onlara ruhani bir değer atfetmektir.”[7]
[1] K. Marx, “1844 Elyazmaları:Ekonomi Politik ve Felsefe”, Çev. K. Somer, Sol Yayınları, 1993, s. 140-141
[2] A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, Paradigma Yayınları, İst., 2002, s. 1099.
[3] K. Marx, F. Engels, “Alman İdeolojisi: Feuerbach Üzerine Tezler”, Çev. A. Kardam, S. Belli, Sol Yayınları, İst., 1992
[4] K. Marx, “Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi”, 3 cilt, Çev. A. Bilgi, Sol Yayınları, İst, 2006.
[5] E. Göka, M.S. Bağlı, “Acilen tashihe ihtiyacı olan bir kavram: Siyaset.” Dünyaya Yeni Söz Gazetesi, 27 Haziran 2011.
[6] A. Camus, “Yabancı”, Çev. V. Günyol, Can Yayınları, İst, 2010.
[7] http://www.eksisozluk.com, Dini bir eskatolojist olarak Karl Marx, 03.07.2011'te alınmıştır.