Psk. ÖZLEM KANDEMİR
“Çocukluk belki de yitirdiğimiz ilk cennetimizdir” diyordu Markar, bu kitaba dikkat kesilmek için fazlasıyla çarpıcı bir cümleydi bu benim için. Kim bilir belki de kendi çocukluk cennetimden erken kovulduğumdandır, kocaman bir ah geçti o an kalbimin dilinden. Her ah, küllenmiş bir volkanın tütsüsünü taşır ya içinde; geçmişin izi kalbin gizinde gizli gizli solur, bazen konuşulur, bazen yazılır, bazen unutulmaya çalışılır bazen de bir roman olur satır satır izimize düşer. Anlatılan her hikaye, paylaşılan her duygu; kendi geçmişimizin naftalin kokulu nostalji sandığında kendine yoldaş bulur, satırlardaki hayaller kişisel tarihimizin gerçek anılarıyla hemhal olur.
Markar Esayan, Timaş yayınlarından çıkan romanı Jerusalem’de, çocuk kalbiyle çekilen acıların izini sürüyor, insan olmanın getirdiği varloluşsal sancıları bir çocuğun gözüyle izliyor, izlettiriyor. Fonda mucizeler kenti Kudüs’ün silueti, yüzyıllardır cevabı hala bulunamamış soruların öznesi olarak huzur bulamamış, birbiriyle ve kaderleriyle kavgalı iki halkın gölgesi, büyük hesaplaşmaların kıyısında, küçük bir kalbin dünyaya açılırken kendi içine kapandığı bir yolculuğun hikayesi karşılıyor kitapta bizleri.
Jerusalem; Kudüs’ü anlatıyor, İstanbul’u anlatıyor, “gerçek bir acıyı” yaşarken, üzüntü ve kederi kendi tekeline alma halini, Hz. İsa’nın çileli yolculuğunu, Filistinli Ekrem’i, yaşından çok önce olgunlaşan Vasken’i, haylaz Maksut’u anlatıyor.
Yitirdiğimiz ilk cennet olan çocukluğumuzun masumiyetine, mucizeler kenti Kudüs'ten bir pencere açan yazar Markar Esayan ile çocukluğa ve çocuk olmanın silinmeyen acılarına dair söyleşimize buyurun şimdi…
Hikayeler biriktirip bunları aktarma işidir yazarlık ve ben inanıyorum ki her yazar kendi geçmişinin metruk mahallerine dair hikayeleri de yansıtır yazılarına. Jerusalem’deki çocuk siz misiniz, bu kitabın ne kadarı size dair?
OKUYUCUNUN HAYAL DÜNYASINDAKİ YERLERİ BİRAZ BOŞ BIRAKMAK GEREKTİĞİNE İNANIYORUM
Romandaki çocuğun bir isminin olmamasının özel bir nedeni var mı?
Ben roman yazma tarzımda –Tanrıyazarlığı sevmeyen postmodern bir yazar olduğum için- karakterleri mümkün olduğunca kendi hallerine bırakmayı tercih ediyorum. Kafamda muhakkak bir kurgu var, o kurgu dünyanın içinde, dindeki serbest irade benzetmesi yapabiliriz buna, karakterlerim kendi yolunu buluyorlar. O karakterler hikaye içinde olgunlaştıkça, beni de şaşırtabiliyorlar, kendi hayatları içinde birtakım sapmalar yaşayabiliyorlar, kendi karakterlerine uygun veya ters davranabiliyorlar ve beni de sarsabiliyorlar. Ben çocuğa bir isim vermeyi teklif ettim, çok da istedim, 5-6 tane de isim önerdim ama çocuk bunu kabul etmedi. Hiçbir isim çocuğun üzerine oturmadı ve ben de bunda bir hayır olduğuna hükmettim. Anonim bir isim olması da bu özel romanı daha da özel kılıyor çünkü ayrılık konusunda bütün insanlar yaralı aslında. Bu yarayı hissetmek için illa ki çok radikal bir kopuş yaşamanıza da gerek yok. Her insan için kendi kopuşu çok radikaldir. Bazı insanların başına çok daha kadersiz çok da şiddetli ayrılıklar acılar gelebiliyor maalesef. Bu kitapta da orta şiddette bir ayrılıktan bahsediliyor. 8 yaşındaki bir çocuğun sekiz aylık bir süreçte, kendi isteği dışında ailesinden ayrı kalışının travması anlatılıyor. Aslında bir çocuğun mesafeleri çok net kavrayamadığı, soyutlama yeteneğinin gelişmediği, güven duygusunun daha tam oturmadığı, Allah inancı ve sebat etmek gibi kavramların daha tam yerleşmediği, ümitvar olmak mefhumunun belirginleşemediği bir dönemde, bizim kahramanımız kendince çok korkunç bir ayrılık yaşıyor.
8 yaşında bir çocuğun gözlerinden onun iç dünyasına bakıyorsunuz Jerusalem’de. Bu bir yazar açısından çok zor bir deneyim olsa gerek, bir çocuğun dünyasını keşfe çıkıp adeta bir çocuk olup yaşananları/hissedilenleri aktarmak?… Nasıl başardınız bu empati canavarlığını?
Ne zaman hazır hissedip de kitabı bitirebildiniz peki?
Annem ölürken, onun kanser tedavisi sürerken oturup yazmaya başladım bu romanı. Biraz da onunla yaşayacağım o ayrılığa hazırlanmak içindi sanırım. Anneden ilk kez rahimde koparız sonra da küçük büyük başka bazı psikolojik kopuşlar yaşarız, sütte koparız, evlenirken koparız mesela. Ama ölüm bambaşka… Bizim için de fiziki ayrılık çok yaklaşmıştı artık ve buna hazırlanmam gerekiyordu. İşte bu süreçte, böyle zor bir roman için kısa sayılabilecek bir sürede –üç ayda- yazıp tamamladım.
Kahramanımız Jerusalem’deki son gününde Vasken ve Ekrem’le gerilimli bir diyalog yaşıyor. Adsız kahramanımız, daha naif bakıyor olaylara ama diğerlerinin daha keskin bir öfkesi var. Bu üçünün diyoloğunu okuduktan sonra ne düşüneceğinizi kestiremediğiniz, cevaplarından emin olmadığınız sorular dolanıveriyor zihninize...
Ekrem çok sarsıcı şeyler yaşıyor, ailesinin ve halkının büyük dramlarına tanık oluyor. Ekrem’in öfke yerine başka bir şekilde tepki vermesi de çok peygambervari bir şey olur. Ama bizim kahramanımız İstanbul’dan geldiği ve melez olduğu –Müslümanlık ve Türklük’ü içeriden bildiği ve ayrımcılığı daha yumuşak yaşadığı- için daha naif analizler yapabilmesi normal. Kahramanın en büyük trajedisi aslında bu. O diyalogta da üçü birden tıkanıyorlar zaten, bazı soruların, tıpkı hayatta olduğu gibi cevabı olamıyor.
ÖFKELENMEK BİR HAKTIR
Ekrem yaşadığı trajedinin ağırlığına bağlı olarak, çok öfkeli ve bizim kahraman kadar empatik analizler yapamıyor. Keskin empati küpüne zarar değil midir zaten?
Öfkelenmek bir haktır aslında. Bağışlamaya geçebilmek için de önce öfkelenmemiz gerekir. Tabi ki ben suç doğuran, intikam alan bir öfkeden bahsetmiyorum. Ama yapılan haksızlığın adını koyabilmeliyiz. Öfkeyi kabullenmemek ve bunu bastırmaya çalışmak, ilişkileri mahveder, uzaklıklar doğurur ve o öfkeyle yüzleşmemek suni ilişkilere neden olur. Ekrem için de Vasken için de öfkelenecek çok şey var bu dünyada. Öfkeleri de son derece anlaşılabilir. İncil’de bir söz vardır: “Öfkelenin ama öfkenizin üzerine güneş doğmasın” der. İyi bir ölçü bence. Öfkelenmezseniz diğer merhalelere geçemezsiniz. Öfkelenip daha sonra bağışlamaya, yas tutmaya geçebilmek de lazım.
Devamı gelecek mi bu kitabın, ikinci bir kitap olacak mı? Belki Jerusalem’den sonra öykünün devamı niteliğinde İstanbul’da yaşananlar?
Çok soruluyor bu, niye devamını yazmadınız niye biraz daha ileri gitmediniz diye. O romanın orada bitmesi gerekiyordu ama kastım şudur ki bir roman gerçekten okunduğunda okuyucu tarafından anlaşıldığında biter yani okuyucuya duygunun akması gerekir. Kitabın devamı gelmeyecek çünkü insanlar onu akıllarında kendileri tamamlasınlar kendi tahlillerinde bir gelecek çizsinler istiyorum o çocuğa ve diğer iki sıkı velete. Ama şöyle söyleyeyim bir ipucu olarak o üç çocuk da çok sıkı çocuklar ve üçününde iyi bir hayatının olduğunu olacağını düşünüyorum.
Jerusalem’deki çocukların gözüyle, dönemin Ortadoğusu’na bakıyoruz. Bugünün çocukları Ortadoğu’ya nasıl bakıyorlar acaba?
Zor bir konu çünkü ortada çok büyük acılar var. Yahudilere de sorsanız Müslümanlara da sorsanız size söyleyecekleri çok şeyleri var. Tarihte en çok sürgün yemiş ve ilk olarak diasporaya çıkmış halklardan bir tanesi Yahudiler. Sorulara tam cevaplar bulamadığımız için belki tarih sürekli kendini tekrar ediyor ve mazlumlar cellat haline geliyor. Bu uğursuz zinciri kim kıracak, nasıl kırılacak dersek, bence bir noktada birisinin öç alma hakkından vazgeçmesi gerekiyor. Ama herkes kendince o kadar haklı ki, hiçbir Filistinli’ye bunu söyleyemezsiniz. O kadar ağır o kadar kötü şeyler yaşıyorlar, insanın hayal bile edemeyeceği şiddete ve vahşete maruz kalıyorlar ki, şimdi kalkıp da onlara “bağışlamak gerek” dediğinizde size en iyi ihtimal anlamsız şaşkın gözlerle bakar. Bu acılardan dolayı onların dokunulmazlığı olduğuna inanıyorum ama gelecekteki nesillerin en azından, elini taşın altına sokması gerek diye düşünüyorum. Dünyadaki bir çok millet çok ciddi haksızlıklara uğradı, uğruyor. Ben dünyadaki milletleri doğal olarak ikiye ayırıyorum, mazlumlar ve zalimler. Dolayısıyla bizler de otomatik olarak ırk gözetmeksizin mazlumların yanında olmalıyız. İnsan olmanın en önemli şartı da bu olsa gerek, herhalde bütün kutsal kitaplar da bunu öğütler.