Siyasal kavramların değişimi, onu ortaya çıkaran siyasal olgulardan ve iradeden bağımsız ele alınamaz. Bugün bizim mutlak sûrette kabul ettiğimiz ve kendisine sarıldığımız kavramlar-kabûller, olguların değişimini unutturacak siyasi yönlendirmelerin ve saptırmaların mahsülüdür. ‘Millet’ kavramı bidâyetinden nihâyetine kadar aslî manası olan dinsel kavramalanında algılanmış ‘Uluslaşma süreci’ ile birlikte bu kavram belirli bir kavim (ırk) temeline dayalı bir anlamı gösterir hâle sokulmuştur. ‘Vatan’ kavramı bundan daha başka bir tarzda şekillenmiştir. İngilizlerin çizmiş olduğu ‘Mîsak-ı Milli’ sınırları aynı zamanda yeni gelişecek olan tüm siyasî imkanların hudutları olarak coğrafya algılamasını sınırlamıştır.
Bir Vatan şairi olarak sunulan Mehmed Âkif’ de ‘Vatan’ kavramı, sanıldığı üzere bugünkü anlamıyla aynı anlamı taşımaz ve onu göstermez. “Vatan”, onun için -tıpkı emsalleri gibi- Osmanlının tarihî-siyasî hudûdları ve İslâm tasavvuratının mahsülü olan ‘Ümmet’ algısıyla bütünleşmiş sûrette çerçevelenmiştir. Mehmed Âkif siyasî nedenlerden dolayı kaçma ihtiyacı duymuş olduğu yer, “Vatan”ın bir parçası olan Mısır dır. Zirâ Mehmed Âkif politik baskı altındadır, hafiyelerce takib edilmektedir*. Başka bir misâl olarak dönemin en mühim aydını arasında yer alan Namık Kemal’in meşhur eseri ‘Vatan yahut Silistre’verilebilir. Eserin kimliği olan bu başlığın boş yere seçilmediği ve Silistre nin bugünkü siyasi hudûdlar dahilinde bulunmadığını anımsamak, ‘Vatan’ kavramının anlamını göstermesi açısından bedîhî işaretler sunabilir.
‘Millet’ kavramı hakeza aynı anlam ağı ve tahayyülü ile örtüşmemektedir. Eserinde bile kavmiyetçiliği son derece sert bir dille eleştiren Mehmed Âkif, nerdeyse onun fikir babası haline getirilmiştir. Ulus devletin bir simgesi olan Bayrak da; ‘Vatan’ , ‘Millet’ kavramları gibidir. [Ulusdevlet ritüelleri ise II Mahmud zamanında ‘asra ıntibak’ adına vuku bulan değişmelerle temelleri atılmıştı (hatta ondan önce de tarihlenebilir). Sonrakiler yapılanları daha sistematize edip geliştirmiştir.]
Uluslaşma süreci ile biçimlenen siyasal kavramların semantik analizi, oldukça geniş çaplı bir çalışmayı gerektirdiği açıktır fakat bu tür bir analiz aynı zamanda düşünce ufkumuzu açıcı son derece mühim bir rol oynayacağı da ortadadır.
Ulus devletin bir varlık şartı olarak görülen kutsal metinlerin ulusal dillere çeviri meselesinde; düşmanlarının bile: “Eğer kur’an Türkçe yazılacak olsa idi Mehmed Âkif’den başka kimse bunu yapamazdı” dedikleri Mehmed Âkif hatırlanacak ve Kur’ânın Türkçeye çevirisi teklifini ona sunacaklardı. Aslında Mehmed Akif’in ‘Kur’ânı asrın idrakine sunma’ fıkrine görünüş itibariyle uzak olmayan bir durum vardır fakat Mehmed Akif’in bu fıkriyatının merkezinde, İslam tefekkürü ve ontolojisi etrafında kurtulması gereken bir diyâr-ı İslâm durur. Halbuki Uluslaşma süreci ile yapılanlar, bu fikriyatla uzaktan yakından bir münasebeti bulunmayan daha doğrusu mukayese bile kabûl edilmeyecek niteliktedir.Yani buradaki farkılık, mahiyete tahakkuk eden ontolojik bir niteliktir. Her askeri darbelerin arkasından ilk yapılan uygulamaların Kur’ânın yeniden çevirisine yönelik olması tesadüfî gerekçelerle açıklanamaz. Mehmed Âkif, yaklaşan tehlikeyi görmüş bu teklife sıcak bakmadığı gibi, yaptığı tercümelerin de yakılması için vasiyet bırakmıştır. Bu vasiyetinin daha sonra yerine getirildiğini öğrenmekteyiz [D. Cündioğlu; Bir Kur’ân Şairi Mehmed Akif.].
Mehmed Âkif, yakın dönem Türk siyasi tarihi içinde sadece ‘Millî Marş’ı yazmış olmayla mühim bir şahsiyet olmamış aynı zamanda siyasî fikirleri ve amelleri ile kalıcı izler bırakmıştır. Sebilürreşad çizgisinin bu tarih içindeki rolü yadsınamaz. Mehmed Âkif İslâmcılığın “anti-kolonyalist” hattının en belirgin vechesidir. Diyâr-ı İslâm ateş altındadır, eskiye ve yeniye ait bütün şeyler tekrar bir miyardan geçirilmeli, kurtuluş çareleri derhal bulunmalıdır. Bu vahim şartlar altında herşey gibi sanatta milleti cuşûhurûşa getirmenin vesilelesi olmalıdır. Tam da bu sebebler gerekçesiyle şiirlerini bu yöne sevk edip kullanır (kullanmak ister). Öte yandan diyâr-ı İslâmın düştüğü bu korkunç zillet karşında yapılacak olan bunun sebeblerini teşhiş etmek ve gerekli müdahaleleri yapmaktır. Mehmed Âkif bu maksadla geçmişten tevârüs eden ‘İslâm algılaması’nın oldukça sert kritiğini yapar. O, Medresenin ve Selefiyye’nin yanındadır. Demek ki; sadece Cumhuriyet İdeolojisi tarafından saptırılmış bir ‘Mehmed Âkif’in varlığı değil aynı zamanda müslümanlar tarafından da yeterince vuzûha kavuşmamış bir ‘Mehmed Âkif’in varlığı sözkonusudur. Eskiye olan sert kritiklerini dönem içinde Batılılaşma ile gelişen “Yenilikçilik” şeklinde de algılamamak gerekir. Şüphesiz ki; dönemin getirdiği askeri ve diğer sahadaki yenilgiler, bezginlikler, felaket ve zillet şartları herkesi olduğu gibi Mehmed Âkif’ide tesiri altına almıştır. Bugün dahi aynı tesirin altında bulunmadığımızı kim iddia edebilir ki?! Ayrıca Mehmed Âkif bu şartların getireceği sonuçları önceden görmüş ve yüksek bir sesle eserlerinde bizleri uyandırmak istercesine yüzümüze haykırmıştır (‘Ya Râb! yok mu bu uğursuz gecenin sabahı...’ve benzer yüzlerce mısra... ).
Mehmed Âkif klâsik ilimlere olan vukufuyeti ile de bizlere bilmediğimiz kayıp yerlerden birini gösterir. Bu cenâh, keşfedildiğinde adeta derinlikten insanın başını döndürecek bir yerdir. Meselâ edebi cenahında O, Şeyh Taceddin dergâhında Şeyh Hazîf-ı Şirazî’nin ‘Hafîz Divanı’nı fârisî aslından talebelere okutup şerh eder [Kuvvetli bir ihtimalle ‘Hafîz Divanı’nı ezbere bilmektedir. Mahir İz; Yılların İzi].
Cumhuriyet İdeolojisinin Mehmed Âkif ile olan münasebeti oldukça hastalıklı ve sorunlu bir nitelik arz eder. Cumhuriyet İdeolojisi bir taraftan kendi duruşunu meşrûlaştırmak için ondan faydalanmaya çalışırken diğer taraftan onu adeta yok etmeye yönelik fiiliyatlarda bulunmuştur. Bu hastalıklı ve sorunlu münasebeti anlayabilmek için eş-süremli olarak diğer İslâm ülkelerinde “Uluslaşma süreci”nin nasıl vukû bulduğuna bakmamız gerekir.( Meselâ; bugün ‘Cezayir’in ulusal kavramanı da Mehmed Âkifle aynı kaderi paylaşan, hayatı boyunca Ümmetçiliği savunmuş biridir) Tabiî ki bu süreçin farklı değişim ve gelişim çizgileri gösterdiği açıktır.
Mehmed Âkif sadece hayatı boyunca muhlif olduğu hatta tasavvurundan bile geçmeyecek fıkirlerin Cumhuriyet İdeolojisi tarafından temsilcisi haline getirilmekle bir gazaba uğramamış, aynı zamanda kendi ve çoçuklarının hayatı da bu gazabtan payını en feci bir şekilde almıştır. Mısır’da iken Eşref Edib’ e yazmış olduğu mektublarda Mehmed Âkif’in giyecek parası olmadığı için (pantolonu eskimiştir ve üstüne giyecek başka bir pantolonu yoktur) borç para istediğini görmekteyiz. Çoçukları ise çöplükte ölmüş son evladı olan çok yakınlarda hakkın rahmetine kavuşan Suat hanım ise bir gecekonduda fakruzarûret içinde (hayatının son bir kaç yılı Kağıthane Belediyesinin ona tahsis ettiği evde geçmiştir) hayatını idâme etmek zorunda kalmıştır.
Mehmed Akif’i konumlandırıldığı şekiline binâen ‘Kayıp bir tefekkür’ olarak zikretmemiz ve yazımızın başlığını böyle seçmemiz, -uygun olacağı üzere- ona reva görülenlerin sadece bir yüzüne işaret eder. Şahsına ve çoçuklarına karşı yapılanları yeterince vuzûha kavuşturamadığı açıktır. Ortada bir kayıp vardır fakat bu sadece tefekkürle sınırlı kalmamıştır. Yazının başlığının bu adla seçilmiş olması, Mehmed Âkif’e karşı gösterilecek en sahih şeyin gerekliliğinden doğmuştur. Bu sahih şey nedir? : Mehmed Âkif kendisini ne sûretle ifade etmiş ise, o form içinde kendisini anlama çabasıdır*. Onu yaşadığı dönem içinde ele alıp, metinlerinin ciddi analizi yapılarak, tefekkür dünyasının yapısını oluşturan kavramların nasıl durduğu ve ne sûrette şekillendiğini izleyerek bu sahihliğe adalet dahlinde kavuşabiliriz.
Mehmed Âkif, iki şey benim için mukaddestir demişti: ‘Din ve Dil’ fakat görüldü ki; kendisinden ve çoçuklarından üstün tuttuğu bu iki şey, yine kendisi ve çoçuklarının kaderini paylaştı.
............................................................................................................................
*Bu durum açık olmasına rağmen sanki bir sırmışcasına muammaya sokulmaya çalışılmıştır ve etrafta o kadar fazla yazılan-çizilenlere rağmen buna değinen bir o kadar az sayıda fikir erbabı kişiler mevcuttur. Ahmet Özcan’ın “ Açık Mektup:Mehmed Âkif “ adlı yazısı, M.âkif’in neden Mısır’a kaçmak zorunda olduğunu açık olarak gösterir ve aynı zamanda M.Âkif hakkında yazılmış en iyi makalelerden biridir.
** Şayet 'Mehmed Âkif'i kendi formu içinde anlama' vûku bulursa hiç şüphesiz onun "değeri" sadece geniş kitleler tarafından değil kendisini dinsel kimlikle takdim eden birçok gürûh nezdinde de aynı kalmayacağı aşikârdır. Sözünü ettiğimiz bu "değer", bizâtihi Mehmed Âkifin içinde bulunduğu formdan kaynaklanmaz, bilakis iki ananedenden kaynaklanır: İlki; İslâm tasavvuratında çatışma alanı meydana getirmiş fikrî yapının farklılığından (yani; fikrî nedenden) ikincisi ise; Cumhuriyet İdeolojisinin konumu, Uluslaşma süreci, "Türk Müslümanlığı-Anadolu İslâmı" gibi belirli nedenlerden (yani; siyasî nedenlerden) kaynaklanır.