Onu bağışlayın!
O bazan,
vücudunun kederli bağlantısını
durgun sularda
boş mezarlarla unutuyor
ve aptalca zannediyor ki,
yaşama hakkı var…
Furuğ Ferruhzad
“Biyoloji yazgıdır” der Freud, yaklaşık yüz yıl kadar öncesinde kadın psikolojisi üzerine çalışmaktan niçin imtina ettiğine söz ararken. Zamanlar eskimedi, yazık ki…
68’in Çiçek Çocuklarına, hayata yeni “merhaba” diyen bebekler korosu olarak istemsizce “elveda” demiştik. Ardından, 80’li yılların ikinci yarısında, YÖK Üniversitesi kapısından içeri adım atan kuşağın genç kızları olarak, darbeden ziyade, Kadının Adı Yok (Asena, 1987) ile sarsılmıştı zihinlerimiz. Dünya ahvali yerine, kendi ahvalinin peşine düşen bir anlayışın ilk dönem temsilcileri olarak, üst profesyonel kimlik edinme çabamızın bu erken evresinde, fena yüzleşmiştik kimliksizlik kayıplarımızla. Sade olan karmaşık olanın ön ve/veya son tasarımıdır. İşte, o sadelik içinde ses bulan kadın tarifi, birden bire aynalamıştı bizlere bizleri. Ve tabii ki bizler, yüzümüzün ergen hızında değişen bu hallerine henüz aşina değildik.
O aynalamadan bu zamana neler değişti kadın kimliğinde? Kadın hareketi, hala benzer sorunlarla uğraşıyor: Aşık olma hakkı, anne olma hakkı, bebeğini emzirme hakkı, istenmeyen gebeliğe son verme hakkı, cinselliğine sahip çıkma hakkı, kariyer hakkı, sosyo-ekonomik alanda varolma hakkı… Öz bir ifadeyle, kadın cinsiyetinin insan olma hakları…
İşte o haklar arasında yankılanan bir ses daha var ki, kadın cinsiyetinin yalın halinden soluklanan, şiddete “HAYIR!” diyebilme hakkı.
Aile içi şiddet konusunda yapılan çeşitli uluslararası araştırmalar, kadınların %10 ila %50’sinin yaşamlarının herhangi bir döneminde eşleri ya da sevgilileri tarafından fiziksel olarak örselendiğini göstermektedir. Ülkemiz verilerine göre de, her 3 kadından 1’i, yine yaşamlarının herhangi bir evresinde, fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Duygusal ve ekonomik örselemenin sınırları ise bulgular fiziksel şiddet kadar aşikar olmadığından ve konuya dair araştırma sayısı yetersizliğinden sağlıklı olarak tespit edilememektedir. Ancak, genel kanı o ki, her gün azımsanamayacak sayıda kadın şiddet döngüsünün tam da orta yerinde varolma savaşı vermektedir.
Kadın şiddeti seçer mi? Hayır. Mazohizm (acıdan zevk alma), şiddet davranışının yaygınlığının aksine, pek az insanın tabiatında yer alan bir ruhsal bozukluk işaretidir. Eşlerinden dayak yiyen, hakarete ve zorbaca davranışlara maruz kalan kadınların hiç biri böyle yaşamayı seçmemiştir. Şiddet ailesi incelendiğinde, aile birliğinin ilk dönemlerinde bu davranışların birden bire ortaya çıkmadığı görülür. Ancak, derin ruhsal bağlar kurulmaya başladıkça, şiddet tutumları da sergilenmeye başlar. Hatta, ilk şiddet atakları kadın için büyük süpriz olduğundan sıklıkla af edilir. Yaşantılanan fiziksel ve duygusal incinmeler “geçici” olarak yorumlanır. Oysa, şiddet tutumları zaman içinde artış gösterir. Bu da şiddete uğrayan kadının duygusal bağlarının giderek zayıflamasına yol açar. Eşini terk ile daha büyük şiddete maruz kalmaktan korkan kadın, yıkıcı bir evlilik çıkmazına adeta teslim olur. Her şiddet atağının ardından gelen balayı dönemleri kadının gerçekdışı beklentilere kapılarak, mucizevi bir iyileşmeyi hayal ettiği evreler halini alır. Kadının bu hayale ihtiyacı vardır. Zira, içine düştüğü tuzağın ekonomik koşulları, sosyal destek alabileceği kurumların azlığı, çocuklarının akıbetinin bilinmezliği ve kendisini kuşatan zorlu geleneksel yapı Onu hayal ötesi bir limana sürükler. Sarıp kuşatan, yayılan, özgür yaşam alanını yok eden, yaşam serüvenini dehşet senaryoları haline çeviren, basit içgüdülerin erdem yoksunu ürünü şiddet, açıktır ki, sadece aile özelinin değil, insan olma duyarlığının bir gereği olarak tüm sosyal düzeneğin sorunudur.
Peki ama neden şiddet? Çünkü öğreniyoruz. Şiddeti öğreten en önemli kaynak ise şiddet uygulayan kimsenin kendi aile yapısıdır. Araştırmalar göstermektedir ki, çocukluk ve gençlik dönemlerinde aile içi şiddet ortamında yetişen bireylerin ilerki yıllarda kendi ailelerinde şiddet gösterme eğilimleri yükselmektedir. İletişim becerilerinin yetersizliği, duygu ve düşüncelerin baskıcı yollarla ifade edilmesi, hatalı namus ve ahlak anlayışları şiddetin başlıca psiko-sosyal tetikleyicileridir. Ekonomik güçlükler, hayat karşısında üst üste gelebilen talihsizlikler, gerçek ile bağdaşmayan beklentiler ve kişisel donanım yetersizliği aile içi şiddetin sosyo-ekonomik kışkırtıcıları olarak düşünülebilir. Bunların yanı sıra, kişinin gerçeği sağlıklı bir şekilde değerlendirme yetisini bozan, kişilik bütünlüğünde dağılmaya yol açan, duygu-düşünce ve davranışlarını normalin dışına çıkaran, iş ve sosyal uyumunu alt üst eden herhangi bir akıl hastalığı öyküsünün varlığı ya da benzeri sorunlara yol açan alkol ve madde bağımlılığının mevcudiyeti şiddetin önemli ruhsal dinamiklerindendir.
Aile içi şiddete maruz kalan kadınların önemli psikolojik sorunlar yaşadıkları bilinmektedir: İlk dönemlerde yaşantılanan donup kalma hissi (şok), ardından çevresindekilere -özellikle de çocuklarına karşı- kendisinin şiddet tepkileri vermesi, sosyal yaşamdan uzaklaşma, içe kapanma, derin depresyon, öz-güven yitimi, kendini suçlama eğilimi, artmış endişe ve korku hali, madde kullanımı, intihar düşünceleri ve tüm bu hislerden doğru öğrendiği çaresizlik döngüsü…
O halde, şiddetin mağduru olan kadının bir çıkış yolu var mıdır? Yalnız başına zor. Ancak, sistemli bir sosyal mücadele ile “şiddet”, aile içi mesele olmaktan çıkıp, toplumsal olarak paylaşılan, yasal düzenlemeler ile etkin caydırıcılık sağlanabilen, fiziksel-ruhsal sağlık desteği ve sığınma evleri ile kadına yaşam alanı sunan, medyanın tetikleyiciliğine karşı duyarlı kalınan, öz bir ifadeyle, çözümü mümkün olan bir problem haline dönüşebilir. Aksi halde, post-modern zamanların ilkel bir davranış biçimi olarak sıradan hale gelen şiddet, yazık ki, çocuklarımıza bırakmakta olduğumuz tehlikeli bir mirastır.
inanalım
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına
bozgununa inanalım hayalgücü bahçelerinin
terkedilmiş, düşmüş oraklara
ve tutsak tohumlara.
bak nasıl kar yağıyor!
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına
Furuğ Ferruhzad