İZOLE HAYATLARIN EMPATİSİ

Maruf BEÇENE

Modernizmin sahiplendiği tüm değerlerde, insanın bireysel hak ve hürriyeti tartışmasız ve önyargısız bir şekilde kabul edilir. Birey kişisel tercihlerinde irade sahibi olarak kabul edilir. Özgürlüğün sınırları konusunda “başka hayatlara zarar vermeme” kriter alınır.  Modern dünyayı yada modern yaşamı cazip kılan, bu tavrıdır. Ancak bir çok kaynakta dillendirildiği gibi; teori ile pratik her zaman uyumlu olarak işlev görmez. Modern paradigmanın teorisi ile pratiği  bu açıdan irdelendiğinde bir çatışma durumunun olduğu görülür. Medeniyetin vaat ettikleri ile sundukları arasında ki bu çelişkiler birçok insanın hayatında olumsuz etkilere sebep olmaktadır.


Spesifik anlamda tesettürlü insanların yaşam tercihleri ve uğradıkları muamele bu açıdan irdelenmeye değerdir. Gerekçesi ne olursa olsun, temel beslenme kaynakları nerden olursa olsun kişinin yaşam tercihi bireysel özgürlük kapsamında ele alınması gereken bir durumdur. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi Modern dünyanın bireysel özgürlük anlayışı, çizmiş olduğu kriterlerle sınırlı değildir. Egemen anlayışın yaşam paradigması, ifade edilmeyen ancak önplana çıkan en belirleyici kriterdir. Yaşam tarzınız varolan sistem sahipleyicileri tarafından kusurlu olarak kabul ediliyorsa bireysel özgürlüğün sınırını ihlal etmiş sayılıyorsunuz.

Ruh sağlığı açısından bireyin aynı ülkede aynı şartlarda farklı muamelelere tabi tutulması travmatik olduğu kadar kronik bir etkiye de sahiptir. Ailenizin tüm fertleri ve siz eşit şartlarda vatandaşlık görevini (vergi verip, askerlik) yaparken ülkenin olanaklarından faydalanma konusunda haksız ve yersiz bir tutumla karşı karşıya kalabiliyorsun. Kamunun ayakta durabilmesi için kamusal finansı sağlama görevini yerine getirken, kamusal yararlanma konusunda hiç bir mantığı olmayan bir uygulamaya maruz kalabiliyorsunuz.

Bu dışlayıcı tutum hem kişi bazında hem de nesil düzeyinde bir çok patolojiye sebep olabilir.  Gizil öfkelerden, aleni düşmanlıklara; bireysel ayrışmalardan, toplumsal kamplaşmalara kadar çok geniş bir etki yelpazesine sahip olan bu ayrımcı uygulamalar dışsal kaynaklı yıkıcı bir etkiye sahiptir.

İnsanların aleni bir şekilde haksızlığa uğraması, haklı olduğunu çok açık bir şekilde bildiği halde bu haklılığın kısa vaade bireye hiçbir reel geri dönüş sağlayamaması çaresizlik travmalarına sebep olur ve olmuştur. İnsanın kişisel potansiyelini çok istemesine rağmen üretime dönüştürememesi yada bu üretimin önünde gerekçesiz ve adavet hislerinden beslenen engellerin olması ruhsal yıkım açısından daha kalıcı bir etkiye sahiptir.

Bununla beraber kamusal faydalanma konusunda bireyin uğramış olduğunu izolasyonun başkaları tarafından tatmin edici düzeyde bir empatiden yoksun oluşu bir başka ruhsal negativitedir.

Dışlanma ve kamusal izolasyonun, tarihin ve insanların kazanımları tarafından kabul edilmeyeceğine olan inanç küçük bir umut olarak görünse de, bu kabul edilmeyişin kısa vadede kişiye bir geri dönüş sağlayamaması problemin bir başka boyudur.

Kısa sürede bu kamusal izolasyonun tatmin edici bir çözüme gideceği beklentisi, dışlanma tutumuyla karşı karşıya kalanlar  tarafından beklenen bir durum değildir. Çözüm “tatmin edici düzeyden” uzak görünmektedir. Umut vaden bir durum yok. Bu yasağa maruz kalan kişilerin ruhsal algısıdır. Ancak birde diğer cephede yasağı uygulayan ve savunanların beklentisi de önemli. Yasağı sürdürmede ki ısrarcı tutumları bu topraklarda tarihin her döneminde baki olarak devam edemez ve etmeyecektir. Bu anlamda yasağa maruz kalanların daha sistemli ve daha planlı olduklarını hatta daha avantajlı olduklarını söylemek mümkündür.  Yasağı savunanların gerekçeleri kendi çevrelerinde bile kapsayıcı ve ikna edicilikten yoksundur. Bunun yanında gelişen ve değişin toplumsal dinamikler, bireylerin kişisel eğilim ve girişimleri de yasağın sahiplenicileri açısından olumsuz durumlardır. Çünkü, -Nihal Bengisu Karaca'nın ifade ettiği gibi- “Tesettürlü kadınlar, artık birey olmanın, modernite ile tersyüz olmanın sularında asr-ı saadet dönemi kadınlarından oldukça farklıdırlar ve bu halet-i ruhiye içinde başörtüsü yüzünden dışlanmayı dervişane bir boyun eğişle karşılayamamaktadırlar. Başörtülü kadın ego sahibidir artık”.


Evet yakın dönemde ülkemizde başörtüsüyle var olma mücadelesi daha farklı kulvarlarda devam edecektir. Muhafazakar kesimin kentleşmesi, tesettürlü kadınların tüketim alışkanlığında üretime geçme arzuları ve girişimleri dengelerin değişmesinde rol oynayacak en önemli  faktörlerdir.


Değişim beklenen ve mutlaka gerçekleşecek olan bir olgudur. Bu sosyolojinin tartışmasız yasasıdır. Ne var ki bugün dışlanmış, tüketime terkedilmiş, inançları ve pratikleri konusunda çatışmaya itilmiş yüz binlerce kadın tehlikesi ve  gerekçesi olmayan bir yasağın kurbanları konumundadırlar. Olayın en dramatik yönü ise; izole edilmiş olan tesettürlü kadınlar için hiçbir terapi tekniğinin olmamasıdır.