İyi düşünün; bu yazıyı okumak istediğinize emin misiniz?

Melda BEKCAN

Aynı soruyu kendime de soruyorum: ‘Yazmak istediğimden emin miyim yoksa otomatikleşmiş hislerimin emrinde miyim?’


Orhan Pamuk’un kitabında yer verdiği ve son dönemlerde toplumda sıkça kullanılan bir anlatım biçimi var biliyorsunuz, bir gün bir kitap okumak ve tüm hayatın değişmesiyle ilgili. Buna ben de katılıyorum…

Kişi bir kitap okur hayatı değişir; bazen bir yabancıyla tanışır, dünyaya bakış açısı şekillenir; bazen de yemek yediği ya da yemediği için yaşam biçimi sil baştan yenilenir. Malum! Herkesin kader planı aynı değildir.

Kendimden örnek verebilirim; bir gün bir öğlen yemeği yemedim ve tüm hayatım değişti.

Tabii mesele sadece yemek ya da yememekten ibaret değildi!

***

Çalışmaya başladığım ilk günden itibaren olduğu gibi o gün de yemek vakti belliydi. 12 - 13 saatleri arasında öğle yemeği yeniyordu. Üstelik belirlenen zaman diliminin ne 5 dakika öncesinde ne de 5 dakika sonrasında yemek yeme şansım yoktu.

Nedendir bilmem! Henüz acıkmamış olmama ya da çıkacak yemeği önceden bilip beğenmememe rağmen yine de yemek yeme görevimi yerine getirmek üzere kendimi yemekhanede bulunmaya mecbur hissediyordum.

Her gün saat 12’yi gösterdiğinde tıpış tıpış oraya gidiyor, kuyruğa giriyor, görevlinin ana yemekten, salatadan ve tatlıdan tepsime birer kepçe boşaltmasını bekliyor sonra da o günkü ruh hâlime uygun bir masa seçiyordum.

Şayet neşem yerindeyse ve hastanedeki genel gidişattan haberdar olmak istiyorsam tercihimi doluluk oranı yüksek olan bir masadan yana, eğer kafam ses kaldıracak durumda değilse ve sosyal fobilerimin tavan yaptığı günlerden birindeysem, tercihimi boş masalardan yana kullanıyordum. Amma velâkin tercih hakkımı kullanamadığım zamanlar da oluyordu elbette. Her neyse!

***

O gün evden çıkmadan önce annemin hazırlamış olduğu kahvaltıdan tıka basa yemiş olduğum için ağzıma lokma dahi koyasım yoktu; gelin görün ki şartlar yeterince olgundu! Ya öğlen arasında belirlenen saat dilimde yemek yiyecektim ya da hakkımı kaybedecektim.

Günleri, haftaları, ayları bir kenara bırakın, yıllar boyunca defalarca bu ikileme düşmüştüm ve her defasında ‘Aç kalırsam kötü olur’ endişesiyle yemeğe gitmiştim.

Ama o gün fikrimi değiştirdim. İçimden ‘Hayır!’ diye haykırarak karar aldım; ‘Tam anlamıyla açlık hissedene dek boğazımdan kırıntı geçirmeyeceğim.’

Vee zamanımı, kendime ayırarak, kitap okuyarak yani daha faydalı işler yaparak geçirdim.

Harika! Öğleden sonra hasta bakarken, her gün yaşadığım yemek sonrası rehavet sendromundan eser yoktu üzerimde. Aksine son derece zindeydim hatta gece geç saatlere kadar inanılmaz derecede hafif hissettim.

Sonraki günlerde öğle yemeği vakti geldiğinde, kurulu robot gibi yemekhaneye çıkmadan önce kendimi tarttım; ‘Hakikaten yemek yiyecek kadar aç mıyım?’

***

Bahsetmiş olduğum yemek yeme alışkanlığımın önüne geçtikten sonra anladım ki daha birçok alanda otomatiğe almışım hislerimi…

Tıpkı vitesi otomatiğe takıp her gün gidip geldiğimiz güzergâhta yola çıkmak gibi. Hani evden çıkıp arabayı çalıştırıyorsunuz sonra kendinizi evin önünde buluyorsunuz ama oraya nasıl ve ne zaman geldiğinizi bilmiyorsunuz ya aynen öyle! Çünkü sadece vitesi değil, algılarımızı da otomatiğe alıyoruz.

Belli bir süre sonra her şey tekdüzeleşiyor hayatımızda. Gelir gider dengesi, misafir olarak ağırlanacak ya da ziyaret edilecekler listesi, hafta başında günü gününe kaydedilen yapılacaklar listesi.

Akabinde de başka listeler geliyor ardı ardına; gidilecek psikiyatrist seansı, içilecek antidepresan sırası…

Artık kabullenmeliyiz yahu ruhumuz 7x24 beton duvarlar arasında sıkışıp kalmaya, çizelgelere bağımlı olmaya yani robot gibi yaşamaya uygun değil. Mümkün olduğunca, onun isteklerine de yer vermemiz gerekir.

Anladım ki tok karnına, sırf zamanı gelmiş olduğu için sofraya oturmakla, gerçekten açlık gidermek amacıyla yemeğe başlamak, hem bedenimiz hem de ruhumuz adına çok şey değiştirir.  

***

Dedim ya bir gün bir öğle yemeği yemedim ve tüm hayatım değişti! O günden itibaren hayatımızdaki alışkanlıkları sorguluyorum sürekli.

-Her hafta yazmak istediğimden emin miyim yoksa otomatikleşmiş hislerimin emrinde miyim?

Hatta aynı soruyu biraz değiştirerek tüm samimiyetimle size de sormak istiyorum:

-Mavi Rüya’yı tiryakilik yapan bir köşe gibi mi yoksa alışkanlık haline gelmiş rutin bir göz atma şeklinde mi okuyorsunuz?

Sizi bilmem ama ben cevabımı hemen alıyorum:

Çok şükür, her hafta binlerce okura ulaşmanın sevincini hâlâ kalbimde taşıyorum.