İlişki ve Psikiyatri...

Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu

Psikanalize saldırmak psikoterapist olmayan psikiyatrlar arasında çok yaygın. Psikanalizin bilimsel olarak kanıtlanabilirliğiyle ilgili birçok eleştirinin yanında esas olarak karşı çıktıkları şey Freud’un dürtü kuramıdır. Her türlü ruhsal sıkıntının cinselliğin bastırılması sonucu ortaya çıktığını söylemesi, anneye duyulan erotik arzu, çocuğun baba tarafından hadım edilerek cezalandırılacağı korkusu vb bilimsel olarak kanıtlanması çok zor olan tezleri özellikle biyolojik psikiyatriyi fazlasıyla rahatsız etmektedir. 

Biyolojik psikiyatri, ruhsal bozuklukların kaynağını neredeyse yalnızca beyindeki yapısal ve/ya da işlevsel bir bozukluk olarak tanımlama eğilimindedir. Bunun nedenlerinden biri de psikiyatriyi dahiliye gibi yalnızca tıbbın bir dalı olarak konumlandırma çabalarıdır. Bu isteğinde haklıdır da psikiyatri, çünkü ruhsal sıkıntılar birçok fiziksel bozukluktan kaynaklanabilmekte ya da onlara eşlik edebilmektedir. Bunun tanısını da ancak bir hekim, yani psikiyatr koyabilir. Buna kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. 

Öte yandan psikiyatri ne olursa olsun, örneğin böbrek hastalıkları gibi yalnızca tıp bilgisiyle yapılabilecek bir şey de değildir. Felsefeden, sosyolojiden, edebiyattan bihaber de olsanız iyi bir nefroloji bilgisiyle böbrek hastalığı olan birini tedavi edebilirsiniz. Ama yaygın anksiyete bozukluğu ya da depresyonu olan birini hayat bilgisi olmadan bırakın tedavi etmeyi, anlayabilmeniz bile mümkün olmaz. Tabii ki hastalığın belirtilerini anlamaktan bahsetmiyorum, bahsettiğim anksiyetenin psikodinamiğini, kültürel kodlarını, sosyolojik boyutunu kavramadan anksiyete hastanızı gerçekten anlamanız ve ona psikoterapötik olarak yardım edebilmeniz mümkün değildir. 

Transkültürel iç hastalıkları diye bir şey yoktur ama transkültürel psikiyatri vardır. Kültürünü, değer yargılarını bilmediğiniz bir göçmenin depresyonunu anlayıp tedavi edebilmeniz yalnızca antidepresanlarla mümkün değildir. 

Yani psikiyatri kesinlikle bir tıp dalı olmakla birlikte, yine kesinlikle, yalnızca bir tıp dalı da değildir. Psikanalizin başlangıçta cinsel dürtü teorisine dayanması psikiyatriyi günümüzde istemediği bir yalnızlığa itebilir gerçekten de. Ama modern psikanalitik teorilerin bir kısmı cinsel dürtü teorisini insanı anlama çabasının odak noktasından çıkarmış, onun yerine ilişkiyi geçirmiştir. Üstelik bunu yalnız psikanaliz değil, biyolojik psikiyatri tarafından bile bilimsel olarak kabul edilen diğer psikoterapi ekolleri de yapmıştır. Örneğin bilişsel davranışçı terapi ve şematerapi. 

İnsan davranışının temel motivasyon kaynağı biyolojik temelli cinsel dürtüler değil, insanın doğuştan getirdiği ilişki gereksinimi ve arzusudur. İlişkisel psikanaliz insanın diğer bütün arzu ve itkilerinin ilişkisel bağlamda şekillendiğini savunur. 

Bunun dışında insan davranışı aslında Darwin’in savunduğu gibi rekabetle değil dayanışma ve yardımlaşmayla şekillenir. Rekabet duygusu bizim doğuştan getirdiğimiz ve hayatta kalmamız için gerekli olan bir özelliğimiz değildir. Hayatta kalmayı sağlayanın esas olarak yardımlaşma ve dayanışma olduğunu gösteren birçok bilimsel çalışma mevcuttur. Yani ilişkisellik. Birine yardım etmek, birinden yardım almak, dayanışma içinde olmak olumlu bir ilişkiselliği ve kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. Bu da bireysel huzurun temelidir. Oysa kapitalist düzenin bize dayattığı rekabet, ötekini geçme isteği stres düzeyimizin artmasından ve insanlara olan güvenin yitiminden başka bir şeye yol açmaz. Yalnızlaşırız, güven duygumuz azalır ya da yitip gider. Bu da aslında birçok ruhsal rahatsızlığın kapısını aralayan etkenlerden biridir. 

Psikiyatri insana yardım etmek istiyorsa, yalnızca nörobiyolojiye değil, insan ilişkilerine de daha çok emek ve zaman harcamalıdır. Çünkü her şey ilişkide olup biter. Yoksa ben bu yazıyı neden kaleme alayım ki...