Baş döndürücü bir rüzgar eşliğinde, ultra gelişmiş teknolojinin hizmetinde müthiş bir iletişim çağının içinde yaşıyoruz. Neredeyse ulaşmak istediğimiz her şey ve herkes, parmaklarımızın ucundaki tuşlara dokunma kolaylığında önümüze serilmiş durumda. Sosyal medya dediğimiz iletişim ağları, son derece popüler ve gelişmiş bir şekilde, her gün azımsanmayacak kadar çok insanın kalbini ve aklını; karşı konulamaz cazibesiyle fethediyor. İroniye bakın ki, tüm bu gelişmiş teknoloji ürünü iletişim aygıtlarının sağladığı kolaylıklara rağmen gündelik yaşantımızda “kimse beni anlamıyor” sözü ile vücut bulan, iletişim kuramamak ve anlaşılamamak meselesi ile çok sık karşılaşıyoruz. İletişim üzerine yazılmış bir ton kitap - köşe yazısı, neredeyse fahiş fiyatlarla düzenlenen çeşit çeşit iletişim semineri, tv programlarında bol keseden verilen uzman tavsiyelerine rağmen; karaya oturmuş bir kayıkta boşa çekilen kürekler gibi, yerimizde sayıp kendi siperimizi kazmaktan öteye gidemiyoruz. Velhasılı kendimizi doğru bir şekilde anlatamadığımız ve karşımızdakileri de anlayamadığımız, yani “iletişemediğimiz” süper teknolojik bir “iletişim çılgınlığı çağı”nda yaşayıp gidiyoruz.
İnsanın, ana rahminden kopup dünyaya gözlerini açtığı andaki ilk işi ağlamaktır. Koparılan bu ilk çığlık aynı zamanda ilk iletişime geçme çabasıdır. Gezegene merhaba anlamına gelen bu ilk haykırışla birlikte; adeta “ey insanlar ben geldim, farkıma varın ve benim varlığımı onaylayın” mesajını vermeye çalışmaktadır o minicik bebek. Diğer insanlarla etkileşime girmek ve iletişim kurmak çabası, yaşamın ilk saniyelerinden itibaren, ömür denilen yolculuktaki tüm serüvenler boyunca, hayati bir önemle varlığını sürdürmeye devam eder. Öyle olmasa insanlar, neden lisan denilen şeye ihtiyaç duyacaklardı değil mi?...
İletişim işteş bir eylemdir!...
En az iki birim arasındaki mesaj alış verişi olarak kabaca tarif edebileceğimiz iletişim denilen kavram, karşılıklı yapılan işteş bir eylemi ifade etmesine rağmen; sadece kendimizi anlatma zorbalığıyla tek taraflı bir aktarıma dönüşürse, çağımızın en popüler sıkıntılarından biri olan “iletişim çatışması” yaşamamız da kaçınılmaz hale gelir.
İletişim çatışması yaşamanın çok farklı sebepleri olabilir. İnsanların birbirlerine karşı tavır alıp aktif ya da pasif çatışmaya girmelerinin, belirgin ya da örtülü çeşitli sebepleri vardır. Örneğin karşımızdaki bir kişi ile ilgili geçmişten kalma olumsuz bir tecrübemizin bulunması, bugüne sirayet edip onunla sağlıklı bir iletişimin yaşanmasının önünü tıkayan sebeplerden birisi olabilir. Bir diğer sebep de, belli konular ya da kişiler hakkındaki önyargılarımızın mevcudiyetidir. Sağlıklı bir iletişimin önündeki en büyük engel ise, karşımızdakini anlamaya gayret göstermemek ve en kötüsü de dinlememektir. İletişim kurarken amacımız sadece kendi derdimizi anlatıp, vermek istediğimiz mesajı vermek olur ise iletişim işteş bir eylem olmaktan çıkar ve işlevsel olmayan bir yapıya dönüşür.
“Dünyanın yarısı söyleyecek bir şeyi olan ama söyleyemeyen, öteki yarısı da söyleyecek bir şeyi olmayan ama durmadan konuşan insanlardan oluşur.” -Robert Frost
Sadece kendi derdinizi-ahvalinizi anlatma despotluğuyla, konuşan hep siz olursanız; karşınızdaki insanların düşüncelerini, duygularını anlatma fırsatları olamaz. Dolayısıyla da “anlaşma” imkanı ortadan kalkar. İletişim en az iki “özne”nin bulunduğu bir eylemdir, öznelerden birinin “nesne”ye dönüşmesi halinde; bu eylem iletişim değil başka isimler almak zorunda kalacaktır artık. Havada pek çok sesin ve frekansın uçuştuğu, kalbe değmeden dudaklara değen sözlerin hedefe ulaşıp da kulaklara değmediği bu devranda; ileri iletişimsizlik eseri çıkmazların/açmazların uçurumuna yuvarlanıverir insanoğlu. Sonuçta ötekini anlamadığımız ve ötekilerce de anlaşılamadığımız bu düzen, iletişim(sizlik) kazalarının açtığı yara bereler içinde debelenen insanlar olarak; birbirimize madden yakın ama manen uzak, ruhen yalnız insanlar topluluğuna dönüşmeyi kaçınılmaz hale getirir.
Sağlıklı bir iletişim kurabilmek ve tatmin edici diyologların atar damarını yakalayabilmek için psikolog tavsiyesi almak ne kadar gerekli bilemiyorum. Şahsi ve mesleki kanaatim şudur ki: İletişimin püf noktası konuşmaktan çok “dinlemek” ve “anlamaya çalışmak”tır. Diğerlerini duymak, anlamak ve ona göre davranmak, kendi borunuzu detone bir şekilde üflemenizden, akordu bozuk tınılarla kulak tırmalamalarınızdan çok daha iletişmek yanlısı bir çaba olsa gerek. Gerçekte iletişim denilen kavramın özü de budur aslında. Terapi dediğimiz süreç bile, iki insanın birbiriyle olan ilişkisi üzerinden kurdukları iletişimden ibarettir. Sadece yorum yapmadan dinlemenin bile tek başına sağaltıcı birtakım etkileri olduğu tespit edilmiştir. Öyleyse, dinlemek dediğimiz faaliyetin bizim için olduğu kadar, karşımızdaki kişiler için de bir şifa kaynağı olduğu desturu ile hareket edersek, çatışmanın önündeki ilk büyük fırsatı yok etmiş oluruz.
Dinlemenin şifa verici etkisi olduğu gibi, dinlenmiyor ve anlaşılmıyor olmanın da çok yıpratıcı bir özelliğe sahip olduğunu unutmayalım. Ebeveynleri, çocukları, sevgilisi, arkadaşı, eşi, kayınvalidesi tarafından anlaşılmadığını söyleyen ve bunun ızdırabını yaşayan, ruhen yalnız olmaktan muzdarip o kadar çok iletişim mağduru/mağduresi insan var ki etrafımızda. Bunun en temel sebebinin, kişilerin birbirlerini dinlemeye ve de anlamaya zaman+enerji ayırmamaları olduğunu düşünüyorum. Özellikle kadınlar, değerli olduklarını her an hissetmek ve bunun için de en başta eşleri tarafından “dinlenilmek” isterler. Kadın erkek çok da fark etmiyor aslında, anlattıkça derinleşir, dinlenildikçe dinginleşir insan ruhu; kendini açtıkça, açılıp genişler iç dünyamızdaki arşın katları. Eşi tarafından muhatap alınmayan ve kendini değersiz hisseden bir çok kişi -bu popülasyonun büyük çoğunluğunu da kadınlar oluşturuyor ne yazık ki- sanal alemde sanal ilişkiler ağı içinde saatlerce zaman geçirip, iletişimsel hazlar damıtma peşine düşüyorlar.
“Anlaşılmak bir lükstür!” diye bir kelam etmiş Ralph Waldo Emerson. Acı ama gerçek dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Ben de diyorum ki anlaşılmanın bir lüks haline geldiği bu post-post modern zaman insanlarının hatırlaması gereken belki de en önemli mefhum şudur ki “İletişim önce anlayarak başlar”. İşte böyle bir tanım söz konusu olduğunda, her iki tarafın da özne konumunda ve birlikte hem alıcı hem verici olduğu bir etkileşimden söz etmeye başlayabiliriz.