Psikolog Nedime Karakuş Kekeçoğlu öğrenci iken ikna odalarına alınmasını ve yaşadığı psikolojik haleti anlattı. Kekeçoğlu, Zaman'daki yazısında ikna odalarını 'kişilik ezme odası' olarak tanımladı.
Kekeçoğlu'nun yazısı şöyle:
Herkesin bir ideali vardır. Gecenizi gündüzünüze katıp istediğiniz bölümü kazanmak istersiniz ve kazanırsınız. Ertesi günü kayıt olmaya gidersiniz. Belki ilk defa okul kaydınızı siz tek başınıza yapıyorsunuzdur.
Ailenizden ayrılıp "Sen yetişkin olma yolundasın, bu işi kendin halledebilirsin" mesajı alıyorsunuz. Biraz heyecan, biraz kaygı, "inşallah becerebilirim" düşüncesi. Ama ben üniversiteli oldum zaten. Kendi işimi kendim halledebilirim, kendi kararlarımı verebilirim diyorsunuz ve sıraya geçiyorsunuz. Yeni arkadaşlarınızla tanışıyorsunuz. "Aaa, sen de mi o bölümü kazandın, ben de. Hangi liseyi bitirdin?" sorularıyla kaynaşıyorsunuz. Sonra sıra ilerliyor ve üniversiteden içeri giriyorsunuz. O da ne? Bir güvenlik görevlisi sizi ve sıranın biraz ilerisindeki iki kıza daha işaret ediyor ve "Beni takip edin" diyor. "Allah Allah ne yaptım ki ben şimdi?" diyorsunuz ama çok fazla düşünmenize gerek kalmıyor, üç kızsınız ve gündemden düşmeyen bir suçunuz var: Başörtüsü takmışsınız. İşte benim hikâyem aslında burada başlıyor:
Yıl 2001... Çok istediğim ve 1. tercihimle kazandığım İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümü... Sanki bir rüyanın içindeyim... Liseyi bitirdikten sonra tam bir sene de dershaneye gidip, gece-gündüz çalışıp kazandığım bölüm. Ders çalışmak uğruna arkadaşlarımla hiç oturmadığım, hiç sinemaya gitmediğim, kısacası hayatımı ertelediğim koca bir yıl... Ama sevincim kısa sürdü. Okuduğum dört yıl boyunca, sevincim; başımı açtığım için yaşadığım suçluluk duyguları, okula girerken açıp sonra kapattığımdan dolayı kimlik karmaşaları, arkadaşlarımın hatta Beyazıt'ta dolaşan turistlerin bu manzaraları görüp de şaşkın şaşkın bakmaları ve aslında en kötüsü devlet babanın bizi dışladığı duygusu içinde geçti ne yazık ki...
Tekrar ikna odasına geri dönelim. Soğuk, duygusuz, acımasız odalara... İçerideki bayan bir masanın başında oturmuş, akbabanın başını kaldırıp yemine bakması gibi bize bakıyordu, biz 16-17 yaşlarında kızlara. "Bu üniversite binalarını görür görmez başınızı açacaksınız, başörtülü kesinlikle bu binalara giremezsiniz. Şimdi açın başınızı ve öyle çıkın bu kapıdan." Aman Allah'ım bu ne tezat? Hani ben büyümemiş miydim? Okul kaydımı bile kendim yaptıracaktım. Kendi kararlarımı neden kendim veremiyorum? Neden inançlarımı yaşayamıyorum? Benim başörtümün kime zararı olabilir ki?" Sonra hakim olamadığım gözyaşlarım ve diğer iki kızın gözyaşları... Aslında onların acısı daha büyüktü. İkna odasına gelene kadar konuşmuştuk. İmam hatip mezunuydular ve 2 senelik ve çok da geleceği açık olmayan bir bölüm kazanmışlardı. Biz ağlarken arka fonda iki kadın -bilerek koyulduğu çok belli olan- aralarında konuşmaya başladılar "Benim ilahiyatçı arkadaşım var. Başörtü uydurma, dinde öyle bir şey yok" dedi. Biz başımızı öyle basit dünyalık çıkarlar için kapatmamıştık ki, dünyalık iki çift söz için açalım. Bence o odalara ikna odası değil 'Aşağılama, kişiliği ezme odası' denilmeliydi. Dolayısıyla başka hiçbir işe yaramadı. Biz başımızı açıp yüzümüzü odadaki -bizi düşünüp koymuş olmalılar- lavaboda yıkayıp şiş gözlerle dışarı çıktık. O iki kız ne tarafa gitti bilmiyorum, ben ne tarafa gittim, sonrası ve kayıt nasıl oldum... Biraz önce trafik kazası geçirmiş insanın, kaza sonrası yaşadıklarını hatırlaması gibi hatırlıyorum sonrasını: Boğuk boğuk...
Şimdi olsa, otuzuna yaklaşmış bir bayan olarak, bu yaşadıklarım beni o kadar da üzmezdi ama o zaman derinden sarstı.
Yazarken olduğu gibi anlatmaya özen gösterdim. Neden yazdım? Geçmişimizle yüzleşmek, aynı hatalara tekrar düşmemek, "Dindarlar da ne çekmiş?" diyenleri bilgilendirmek için yazdım.