“Melankoli, ağır depresyonun en ağır biçimidir” diyor Levent Mete, Depresyon – Hüzünden Melankoliye başlıklı kitabında.1 Türk Dil Kurumu’nun Ruhbilim Terimleri Sözlüğü’nde2 “karasevda” olarak Türkçeye çevrilen melankoli terimi şöyle tanımlanmış: “Kişinin belirli bir neden olmadan çöküntü durumuna girip çevreden gelen uyaranlara kapanması ve güçlü suç ve günah duyguları içine düşmesi durumu.” Mete gibi bilim alanından gelen Julia Kristeva, ünlü Siyah Güneş kitabında, “Bir bireyde, bazen ya da sürekli (kronik) biçimde ve coşkunluğun taşkınlık (mani) evresiyle çoğu zaman değişmeli olarak kendini göstermek üzere yerleşmiş ketleme ve asemboli ile ilgili hastanelik belirtilere melankoli denir” diye yazıyor.3 Bir Fransızca sözlükte, “Derin bir üzünç ile genelleşmiş bir kötümserliğin ıraladığı (karakterize ettiği) patolojik durum” diye yazıyor melankolinin hizasında. İkinci bir anlam da veriliyor, on sekizinci yüzyıl Fransız Saray kültürüne gönderme yapılarak: “Düşe dalıp gitmelerle birlikte yıkılmışlık ve üzünç hali.” Bir yazın terimleri sözlüğündeyse melankoli eski zaman tıbbına göre insanın dört temel hıltından biri: siyah safra (ya da Anadolu Türkçesiyle suyuk diyebiliriz)” olarak tanımlanıyor. Bu arada melankoli sözcüğünün köküne inilerek, Yunancada melas’ın siyah, khole’nin ise suyuk anlamına geldiği anımsatılıyor. Sonra anlatılıyor: “Kara suyuk fazlalığı nedeniyle ruhun üzünce eğilimli olduğunu imler bu sözcük, ya da daha geniş olarak görünür bir nedeni olmayan üzünç halini. Büyük bir yazınsal motiftir (örge) melankoli; aynı zamanda esin ile bağıntılandırılmıştır.” Bir yandan tıp açısından, öbür yandan yazın ve felsefe açısından, binlerce onbinlerce tanımı var melankoli kavramının. Üstelik 2500 yıldır süren bir tanımlama etkinliğinin konusudur melankoli. Herhalde onbinlerce sayfa tutar melankoli tanımlarını alt alta dizebilseniz.
Bununla birlikte, Bernard Delvaille, “Melankolinin doyurucu bir tanımı, ya da en azından, bugün beni doyuran bir tanımını bilmiyorum” demeye kalkışabilmiştir.4 Melankoli başlıklı yazısının içeriğine bakılırsa, Delvaille’in kendini en iyi anlatan tanımı aradığı öne sürülebilir. Buluyor da bu tanımı: Oblomov’un kişilerinden birinin ettiği bir sözde: “Birdenbire bir şey eline geçiriyor beni, bir rahatsızlık… O zaman yaşam eksik görünüyor bana.” Delvaille, “Birdenbire, bir şey” diyor, “işte melankolinin tanımı, gerçekliği”. Yazısını, ucunu yakaladığı bu ipi çekerek sürdürüyor.
Melankolinin ne denli tehlikeli bir ruh hali olduğunu anlatmaya çalışıp, Guardini’nin sözüyle noktalıyor yoğun kısa tostoparlak denemesini: melankoli “Varlık’ın karanlık temelleriyle kurulan bir bağıntıdır.” Belli ki, melankoli denilen kara duygulanım sarıverince insan ruhunu, yaşam, şu her ne pahasına olursa olsun sürdürmek zorunda olduğumuz yeryüzü varoluşumuz birdenbire boşa çıkıveriyor, sıfıra indirgeniyor, kahrolası şeytan“yaşasan da olur, yaşamasan da” gibisinden bir söz fısıldıyor cankulağımıza. İnsan varlığına gerçek bir tehdit melankoli, çünkü dünyadan eksiltiyor insanı.
Melankoli üzerine ahkâm kesmeye başladık ama gecikmeden belirtelim: tıptan ve ruhbilimden anlamadığımıza göre, melankoli daha çok kültürel bir izlek (tema) olarak bizim ilgimizi çekmektedir. Bu çerçevede Batı dünyası çok kafa yormuş melankoli kavramı üzerine, Aristo’dan Kristeva’ya, Wolf Lepenies’e değin. Ekim 2005 – Ocak 2006 yılında Paris’te düzenlenmiş olan sergide Batı kültür ve sanat tarihinde melankolinin yeri anlatılmış, böylece söz konusu kavram anıt niteliğine yükseltilmişti. Araştırmacılar, bir yandan eskil Yunan, öbür yandan Musevi – Hıristiyan kültüründe melankolinin en baştan beri var olduğunu öne sürerler.
Eskil Yunan dünyasında ilk melankolik, Homeros’un ölümsüz kahramanlarından Bellerophontes: “Ama bir gün tanrılar tiksindi Bellerophontes’den / Aleion ovasında kaldı o tek başına / İnsan uğrağından uzakta yedi kendi kendini.” Hazret-i Eyüp ise tektanrılı din kültürünün ilk melankoliği sayılıyor Tevrat’a bakılarak: “İnsan ki, kadından doğmuştur, günleri kısadır ve sıkıntıya doyar. Çiçek gibi çıkar, ve solar; ve gölge gibi kaçar, ve durmaz.”5 Dahası var: “Çünkü hep günleri ancak dert ve emeği kederdir; geceleyin bile yüreği rahat etmez. Bu da boş.”6 Serol Teber’in Batı tarihinde melankoli kavramının içeriğini ve gelişimini anlatan çok güzel bir kitabı var: Melankoli “Normal Bir Anomali”.7 Bellerophontes ile ilgili Homeros dizelerini de bu kitaptan aldık. Serol Teber, Tevfik Fikret’in Melankolik Dünyası / Aşiyan’daki Kâhin çalışmasıyla ruhçözümleyici eleştirinin çok düzeyli bir örneğini üretmiş önemli bir yazın ve bilim eri. (Bu tür çalışma Türkçede kaç tane ki?) Çok büyük bir kayıp. Batı dünyasında melankoliyi incelediği kitabında şöyle diyor: “Ayrıca, melankolinin tartışılma kalitesi, insanın böyle bir yaşam tarzına yaklaşımı, o toplumun kültürel evrim düzeyini de gösterebilir”.
Teber’in kitabını okuyunca, hele alıntıladığımız yargısına takılınca “bizim” dediğimiz kültür alanında melankoli kavramıyla nasıl ilişki kurulduğu sorusu akla geliyor hemen. Bu konuda Türkiye’de yapılmış kapsamlı bir çalışma var mı, yok mu, doğrusu bilmiyorum. Henüz rastlamadım. İslamiyet öncesinden başlayarak özerk iç insanın oluşumuna öncelik tanınmamış bir kültür geleneğimiz olduğu için melankoli konusuyla yüzyıllarca ilgilenmediğimiz öne sürülebilir. Ancak “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” sözü, çok çok eskilere dayanmasa da, melankolinin kültürümüzde olmadığı değil, yeterince incelenmemiş olduğu düşüncesini de kışkırtmıyor değil. Umarım, bir bilim insanımız günün birinde, Türkiye’nin Robert Burton’u ya da Wolf Lepenies’i olmak üzere oturur masanın başına. Bu arada, benim çeşitli okumalardan kestirebildiğim kadarıyla, geçmiş kültürümüzde, özellikle İslamiyeti benimsedikten sonraki dönemde melankoli izleğinin üzerinde duran düşünürlerimiz olmuş.
Elbette, bu aşamada Türkleri de içeren genel İslam düşünce yaşamından söz etmek daha doğru olur. Eskil Yunan filozoflarını yeniden insanlığa kazandıran Müslüman düşünürlerin ünlü dört suyuk ya da Ahlât-ı Erbaa kuramını da benimsemiş oldukları anlaşılıyor. Bu çerçevede, bildiğimiz gibi, melankoli sözcüğünü malihulya diye aktarmışlar kendi kültürlerine. (Sevan Nişanciyan, Elif’in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı başlıklı eşsiz çalışmasında bu kavramın tarihçesini özetliyor. Aslında Arapların kullandığı deyim malikhulya imiş. Biz, dilimizi hiçbir şey sokmasın ama, kh’yı h’ya indirgediğimiz için çıkmış ortaya hulya, sonra olmuş bu hülya. Bizim büyülü anlamlar yükleyerek bu sözcüğü güzelleştirdiğimiz, Yunanca aslı olan kholia ile hiçbir anlamsal kan bağı kalmamış ölçüde değiştirdiğimiz anlaşılıyor. Sözcüklerin dilden dile gezinmesi gerçekten ilginç bir konu. Örneğin Robert Burton, Arapların melankoliye myrachial dediğini belirtirken herhalde malikhulya sözcüğünü İngilizce okuyordu.) Dar-ül İslam’ın dünyanın en ileri kesimi olduğu dönemlerde birçok Müslüman düşünürün melankoli üzerine çalışmış olduğu anlaşılıyor. Yalnızca İbn Sina değil, İbn Zekeriya ar – Razi, Ebu Bekir Muhammed, El Mecusi, özellikle İshak İbn İmran gibi önemli düşünürlerin, bugün Batı diye tanımladığımız ve ayrıca incelenmesi gereken nedenlerden ötürü ayrı bir uygarlık gibi gördüğümüz kesimi de besledikleri açık. Bunları inceleyen kültür tarihçilerimiz, özellikle kendilerini “muhafazakâr” diye tanıtanlar arasında herhalde vardır. Biz bu yazımızın dar kapsamı içinde kalalım ve dikkat diyelim! Yusuf Has Hacib’in övünç kaynağımız olan ünlü Kutadgu Bilig’inde melankoliden söz ediliyor. Kabalcı Yayınları’ndan 2006’da çıkan Reşid Rahmeti Arat çevirisine bakıyorum: Ey kardeş onun sevdası güçlenmiştir; / ey dostum, o ilaç içmeli ve beyni temizlenmelidir. (6012). Dahası var: Ya da sevda çoğalarak beynime mi tesir etti / veya gözüme mi öyle görünüyor; ben bir ilaç içeyim (6590). Ahlât-ı Erbaa kuramının yönlendirdiği sözlerdir bunlar. Döt hılt eskiden şu sözcüklerle anlatılmaktaydı: dem (kan), balgam, safra, sevda. Nişanciyan’ın o güzelim çalışmasına bakalım yine. Sevda aslında kara şey ya da kara kadın demekmiş. Kara safra ya da suyuğun bir adı olmuş. Belli ki, bu sözcüğü de almış, anlamca allayıp pullayıp yücelere çıkarmışız. Sözcüğün tarihinin incelenmesini uzmanlarına bırakalım. Melankoli kavramının Yusuf Has Hacib’ten aşağı yukarı beş yüzyıl sonra Naima’nın da elinden geçtiğini söyleyelim. Zeki Aslantürk’ün Naima’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı başlıklı çalışmasına bakıyoruz.8 Naima tam bir toplumbilimci gibi ele almış konuyu: “İnsan vücudu dört unsurdan terekküp ettiği gibi insan toplulukları da dört rükünden terekküp eder. Bunlar erkân-ı Erbaa dediğimiz ulema, asker, tüccar, reayadır.” Reayayı kara suyuk ile koşut sayıyor Naima. Şöyle diyor: “Reaya sevda makamındadır”. Şiir gibi bir söz. Melankoliyle reayanın durumunu karşılaştırarak anlatıyor ne demek istediğini. “Ve vücuda sevda galip olunca vesvese ve mal-i hülya gibi hastalıklar zuhur eder” diye buyurduktan sonra “geçimi ve refahı haddini aşarsa yer yer kavgalar çıkar, devlet adamlarına karşı serkeşlik başlar” sözleriyle reayanın kara safrasının nasıl kabarabileceğine örnek getiriyor. Herkesin yerini ve haddini bilmesi gereken Osmanlı toplumunda bu sorunu pek önemli görmüyor: “Fakat sevdadan husule gelen hastalık tehlikesi olmadığı gibi reayanın da memlekete zararı tasavvur olunamaz. Arada biri heyecanlanarak ve kabararak feryad ve hezeyanları olursa def edilmeleri kolaydır.” Elbette, bu söz, Naima’nın, İslamiyet’in parlak döneminin düşünürlerinden ayrımlı olarak, melankoliyi yalnızca toplumun değil iç insanın sağlığı bakımından da çok önemli bir tehdit olarak görmediğini ortaya koyuyor: “Ahlât-ı Erbaanın (kan, balgam, safra, sevda) vücudun sıhhatinin bozulmaması için itidal üzere olmaları lazımdır. Bunlardan biri kemiyet ve keyfiyet cihetinden fenalaşıp fasit veya diğerlerine galip olursa onu çıkarmak veya teskin etmek lazımdır.” Naima’nın yaklaşımının, Osmanlı toplumunun ve iç insanının yapılarının değişime kapalılık ve durağanlık derecesine ilişkin bir fikir verdiği de öne sürülebilir. Başka bir açıdan da deyimleyebiliriz bu savımızı: aynı yüzyılın Batı Avrupa’sının (birazdan göreceğiz) tersine, melankoliden korkmamaktadır kendine güvenen Osmanlı(!). Bunda övünecek fazla bir şey yok: Osmanlı iç insanı Batı iç insanının yaşadığı tinsel ve ruhsal serüvenleri yaşamamıştır. Ancak, melankolinin genel olarak bizim kültür coğrafyamızda da yüzyıllar boyunca olumlu algılanmadığı anlaşılmaktadır. Bunun istisnası belki de İslam gizemcileri ve Mecnun tipi âşıklardır. Belki de bu istisnalar nedeniyle hülya ve sevda sözcükleri, düşünürlerimizin onlara reva gördükleri karanlık anlamlardan sıyrılarak halkın imgeleminde birer kırmızı gül olmuşlardır.
İki bin yılı aştığını söyleyebildiğimiz kültür tarihimizde melankolinin yerini adamakıllı inceleyecek biri çıkarsa kendimizi daha iyi tanıyacağımız kesindir. Bununla birlikte, melankoliyi yaşamış olsak bile kendimize pek fazla dert etmediğimizi, dolayısıyla incelemediğimizi şimdiden öne sürmek büyük bir iddia olarak görülmez herhalde. Bu çerçevede, Ömer Seyfettin’in Hamlet başlıklı denemesinden söz edebiliriz. Ömer Seyfettin, Batı Kültürü’nün en melankolik kahramanlarından biri üzerine ayrıntılı bir kişilik irdelemesi yapmıştır. Neden Hamlet’i seçtiğini şöyle açıklar: “Ümmet devrimizin yadigârı olan klasik edebiyatımız marazi ve mücerret bir şekilde devam edegeldiğinden içinde canlı enmuzeçler bulmak imkânı yoktur”. Ömer Seyfettin’in klasik yazınımıza yakıştırdığı olumsuz sıfatları benimsemek güç görünmektedir. Ancak, Ömer Seyfettin’in, kendine özgü sözcüklerle, klasik yazınımızda bireyin yokluğunu belirlediğini onaylayarak söyleyebiliriz. Bireyin olmadığı kültür ortamında iç insanın gelişmesinin olanağı da çok sınırlıdır. Osmanlı toplumunun, iç insanının, klasik kültürünün iç dinamiklerden çok dış koşulların bastırmasıyla değişmeye zorlandığı on dokuzuncu yüzyıldan başlayarak melankoli Türk kültürünün belirgin bir parçası haline gelmiştir. Melankolinin izdüşümü özellikle yazın alanında gittikçe göze batar olmuştur. Bu açıdan Serol Teber’in daha önce anmış olduğumuz Tevfik Fikret ile ilgili çalışması araştırmacılar için önemli bir yol göstericidir. Türk modernleşmesinin tarihinde melankoli önemli bir damardır. Bugün melankoli izleği kültürümüze o denli yerleşmiştir ki, sanat alanında çok satan bir meta niteliği bile kazanabilmiştir (Yer yer ayağa düşmüştür dememek için). Ne ki, bu evrim melankoli kavramıyla yeterince içli dışı olduğumuz anlamına gelmez. Çünkü, bırakın eski zamanları, modern kültür tarihimizde bile melankolinin yeri üzerine kapsamlı bir çalışma henüz ortaya konulmamıştır.
Biz, melankoliyle kafayı bozmuş Batı dediğimiz kültür coğrafyasına dönelim. Batı tarihinde melankolinin yeri ya da Batı’da melankolinin tarihi artık Batı toplumlarında genel kültürün bir parçası olmuştur. Melankolinin Batı tarihi içindeki evrimi birçok bilgi dalı açısından incelenip irdelenmiştir. Bu “melankoli biliminin” ne denli geliştiğini gösteren en güzel örnek, yazımızın başında değinmiş olduğumuz melankoli sergisidir. Melankoli biliminin gelişimi, bir yandan Batı iç insanının kendini daha iyi tanıma çabasının bir parçasıdır; öbür yandan da, melankoliyi denetim, giderek egemenlik altına alma uğraşının tarihidir. Melankoli, Batı kültür tarihinin eleştirel, giderek muhalif kanadında yer alan bir izlektir. Zamanla melankoli, tanımlanma, tanılanma, bir yandan otanma, öbür yandan sergilenerek metaya dönüşme, böylece dizgeyle bütünleştirilip indirgenme, zararsız hale getirilme sürecine itilmiştir. Bugünkü post-modern Batı kültürünün ana damarlarından birinin hâlâ melankoli olup olmadığı tartışmalıdır. Genel kültür içinde Batı melankoliyi (depresyona) indirgemeyi başarmış görünmektedir. Bununla birlikte orada burada tuhaf insanlar hala görülebilmektedir. Ron Mueck’in “Koca Adam”ının köşesinde kalması gerekirken sergilenmesinden hiç korkmayalım! Sergileyebildiğimize göre korkmamız gereksiz. Gittikçe ussallaşan, küreselleşen, kök saldıkça mutluluk salgılama gücü artan anamalcı dizgenin bu dikiş hatalarını da yakında giderebileceğine güvenebiliriz. Neyse! Lafı daha fazla gırgıra boğmadan konumuza dönelim yine! Batı’da melankolinin tarihi kısaca özetlenebilecek duruma geldiğine göre, biz de bu tarih üzerinden yazmayı göze alabiliriz.
Eskil Yunan’da melankoli, kara suyuğun yoğunlaşmasıyla dört hılt arasında dengenin bozulmasına yol açtığı için sağlıklı bir ruh hali olarak görülmemiş. Ancak Aristoteles, yanıtsız kalmayı sürdüren bir soruyla karıştırmış ortalığı: “Felsefe, devlet bilgisi, şiir ya da güzel sanatlar alanlarında ayrıksı (istisnai) insanların açıkça melankolik olmalarının, giderek bunlardan bazılarının kara suyuktan kaynaklanan rahatsızlıklara tutulmalarının nedeni nedir?” Günümüzde tecimsel boyutlara da ulaşarak moda olan delilikle dâhilik arasında nedensellik ilişkisi bulunduğu savının kökeninde bu sorunun bulunduğu öne sürülebilir. Nitekim Tarih boyunca melankoliyle ilgili yorumlar da delilikle dâhilik kutupları arasında gidip gelmiş. Hıristiyanlığın ilk döneminde melankoliye olumsuz bakış sürmüş. Çekilgin yaşam biçimini seçen keşişlerin kendilerini düşlere, düşlemlere, tehlikeli düşüncelere kaptırmaları acedia diye anılarak kargışlanmış. Bu arada, Tarihin en anlamlı melankolik beti(figür)lerinden birinin İsa olduğu en azından resmi düzeyde görmezlikten gelinmiş. Dogmanın dışında duygu düşünce âlemine dalmak yürek tembelliğine yol açar, din yolundan saptırır diye korkulmuş. Müslüman düşünürlerin de temel belirleyicileri arasında yer aldığı Ortaçağ düşüncesi deli kutbuna yakın yorumlama çizgisini sürdürmüş. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda işler karışmaya başlamış. Dâhilik kutbuna eğilim belirginleşmiş. Bu arada “Rönesans melankolisi” denilen anlıksal / tinsel duruş gelişmiş. Bir sözlük şöyle açıklıyor Rönesans döneminde Batı iç insanının bir yandan aydınlığa doğru atılım yaparken, öbür yandan gölgesinin melankoliyle cebelleşmeye başlamasını: “Evrenin ereksel birliği ve açıklanıp anlaşılabilirliğine ilişkin sağlam inancı yitiverdi Rönesans. Tasarım birliği bir kez yetkesini yitirince, insan eylemlerinin ereksel değerine duyulan güven bulunamaz oldu. Ortaya çıkan sonuca Rönesans melankolisi denildi.” Ortaçağın dinsel inançlar temelinde açıklanıp anlaşılan güvenli dünyasının yerini, usun sorulu sorgulu, geleceği belirsiz serüveni almıştı. Ancak melankoliyi geçmiş özlemine indirgemek yetersiz olur. O dönemin entelektüelleri diyebileceğimiz kesim bir yandan yeniden doğuşu sağlarken, öbür yandan gidişi sorgulamaya başlamışlardı. Bunun nedeni, aydınlarla dünyayı çekip çevirenlerin aslında hiçbir zaman aynı öbekte yer almamaları olabilir. Bir yandan ikinci grubun yönetiminde yeni bir dünya doğruyor, öbür yandan da birinci gurubun içinde tanımı hâlâ tam olarak yapılamayan bir kuşku gelişiyordu.
Belki bu kertede, Kristeva’nın Siyah Güneş kitabının beni çok etkileyen bir bölümünü bu yazımda da bir ara çıkış noktası olarak almaya kalkışacağım. Genç Hans Holbein 1522 yılında Ölü İsa başlıklı bir resim çizmiştir. Bildiğimizden çok ayrımlı bir İsa’dır bu. Gerçek bir ceset uzanmaktadır gözümüzün önünde. Yenilmişlik, bitmişlik görünümü kesindir. Ne gizemcilerin ne de hippilerin İsa’sına benzemektedir. Gövdesinden tümüyle çekilmiştir Nur. Bu resimdeki İsa, Kilisenin İsa’larına da benzememektedir. Görünüşünde ne bir kutsallık ne de geri gelecek bir yalvaç havası vardır. Sanki İsa gerçekten ölmüştür. Avrupa büyük değişime doğru yol alırken İsa ölüvermiştir. Kristeva’nın çözümlemesinin dışına taşarak kuruyorum: bir yoruma göre, anamalcılığın tanrısıyla insan tinindeki şeytanın birlikte gerçekleştirdikleri bir komplonun kurbanı olmuştur İsa. Başka bir yoruma göreyse, Karamazov Kardeşler’in ünlü sorgucu bölümünde Dostoyevski’nin anlattıklarını o zamandan görmüştür İsa. Geri gelse bile insan arasına çıkmasına izin verilmeyeceğini anlayarak ölmeyi seçmiştir. Çarmıh’tayken “Peder, niye bıraktın beni?” diyen İsa’dır Holbein’ın çizdiği. Bitimli, ölümlü, kutsallığı sorunlu, ötesi, değeri belirsiz bir dünyadır bu. Artık Avrupa’da birçok aydın, düşünür, sanatçı gelişmelere bu eleştirel pencereden bakacaktır. Duyarlı bir ruhun Avrupa’daki gelişmeler karşısında duyduğu kuşkunun trajik bir dışavurumudur üzerinde durduğumuz resim. Avrupa hep böyle ilerlemiştir işte, çekişe çekişe kendini aşmaya çalışmıştır. Her büyük toplumsal / kültürel devinim aynı zamanda Avrupa iç insanının da yeniden biçimlendirilmesini sağlamıştır.
Yeni düzen, reform, karşı - reform derken us ile dini bağdaştırıp melankoliyi düzen düşmanı ilan etmekte gecikmemiş. Martin Luther, 1532’de, kendisinin de bir Satürn çocuğu olduğunu öne sürerek, inananları melankoliye karşı uyarmış, melankoliyi, dolayısıyla kendilerini aşmaları için öğütler vermiş. Timothy Bright ünlü Kitab-ı Malihülya’sını 1586’da yazmış. Yeni düzen için melankoli delilik kutbuna yakın, otanması gerekli bir sayrılıktır. Bright bu ruh hastalığının nedenlerini ve nasıl tedavi edileceğini anlatır. Gel gör ki, Shakespeare’in melankolik prens Hamlet’i bu kitaptan esinlenerek yarattığı söylenir. Hamlet’in ağzının payını yüzyıllar sonra Ömer Seyfettin yukarıda gönderme yaptığımız yazısında vermiştir. Hamlet’in ne denli düzen bozucu, bireyci, ham hayalci bir adam olduğunu anlatıp sağlıklı bir toplumda böyle kişilere yer verilmemesi gerektiğini savunur. Sanki on altıncı yüzyıl İngilteresi’nin yöneticisi gibi yazmış Ömer Seyfettin. Ancak iş işten geçtikten sonra dünyaya gelmiş olduğu için Ömer Seyfettin’in on yedinci yüzyılda İngiltere’de bir melankoli kültü gelişmesini önleme olanağı yoktu: Semper Dowland, semper dolens. 1621 yılında Robert Burton’ın eşsiz çalışması Melankolinin Anatomisi yayımlanmış. Bir ütopyadır bu kitabın anlattığı: Melankoliden arınmış İngiltere. Onun açısından bakarsak, haksız değil Burton. Yeni düzen yeni (iç) insan demek. Sağlıklı bir insan yapmak için melankoli belasını defetmek gerek. Melankoli insanın tinsel, ruhsal ve toplumsal düzenine tehdit oluşturacak derecede vahim bir hastalıktır. Melankoli, bireyin düzeni içselleştir(e)emesi, toplumsal yaşamdan eksilmesi, ortak yaşama duygusuna katıl(a)maması demektir. Bu tür bir duygulanımın düzen kurma çabalarına karşıt düştüğü açıktır. Yeni düzenin temel taşı olan bireyi melankoliye karşı özellikle korumak gerekir. Artık başlamış sayabileceğimiz modern çağlarda melankoli, düzene karşıt olarak tanımlanmaktadır.
Wolf Lepenies’in Melancholie und Gesellschaft [Melankoli ve Toplum] başlıklı olağanüstü çalışmasını melankoli konusuna ilgi duyan herkes okumalıdır.9 Lepenies, melankolinin düzen karşıtı konumunu kesinler. Ancak, Burton ve fikirdaşlarının öne sürdükleri gibi melankolinin düzeni bozan bir dış mihrak (!) olduğunu kabul etmez. Düzenin kendisinin melankoliyi ürettiğini, giderek melankolinin düzenin parçası (şairane söylersek: belalı gölgesi) olduğunu anlatır. Özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya üzerinde durur. Yükselen düzenin iktidardan dışladığı aksoylular, kentsoylu değişimlerden umduğunu bulamayan aydınlar, atomlaşan birey ile birlikte gelişmeye başlayan yalnızlık duygusu, küskünlük, içe kapanma gibi ruh halleri, çalışma ahlakıyla ters düşen ve geçmiş yüzyıllarda bilinmeyen can sıkıntısı olgusu, kent yaşamına ve sanayileşmeye tepki olarak doğaya sığınma isteği, hep yeni düzenin doğurguları olarak melankolinin toplumsal / kültürel kaynaklarını oluşturmaya başlamışlardır. Bu arada içe kapanmanın özsever (narsisist) yönü, melankoliyi dozu artmadıkça keyifli bir ruh hali olarak algılama kültürüne temel olmuştur. Bir yandan dayandığı muhalif düşünce ve duygular, öbür yandan verdiği hazla melankoli kentsoylu kültürünün, özellikle yüksek kültürünün önemli bir damarı haline gelmiştir.
Bana kalırsa melankoli çoşumculukla (romantizm) birlikte çoşmuştur. Işık Ergüden’in düzgün bir Türkçeyle bu yıl Versus yayınları yoluyla kültürümüze kazandırdığı Michael Löwy ile Robert Sayre’nin Moderniteye Karşı Romantizm alt başlığını taşıyan kitaplarının üst başlığının İsyan ve Melankoli olması da bunu göstermektedir. Çoşumcu akım, melankolinin (aslında melankolik tepkinin de diyebiliriz) Batı kültürü açısından daha iyi anlaşılması olanağı da yaratmaktadır. Bu çercevede en delici saptamalardan birini Jean Starobinski La Melancolie au Miroir [Aynadaki Melankoli] kitabında yapmıştır.10 Starobinski ilk çoşumculardan Schiller’in elejilerle ilgili denemesinden söz ederken şöyle der: “Schiller’e göre elejide doğa ve ülkü (ideal) yas konularıdır; çünkü doğa yitirilmiş, ülkü ise henüz ulaşılmamış olarak gösterilir.” Schiller’den bugüne, bildiğimiz kadarıyla çoşumculuk tarihini şöyle bir aklımızdan geçirirsek, Starobinski’nin sözünü biraz daha ağırlaştırarak çoşumculuğun tümüne uygulayabiliriz. Çoşumcu, Rönesans ile başlayan büyük uygarlık atılımında bir yandan doğadan kopulmuş olmasına, öbür yandan insanın özellikle tinsel varlığı açısından saptanan ülkülere ulaşılamaz hale gelinmesine, bu durumun kabul edilmeyerek gelişimin hâlâ doğru yönde olduğunun ileri sürülmesine tepki gösterir. Örneğin, siyaset bilim ağzıyla söylersek, liberaller sayısal bireyciliği, çoşumcular ise nitel bireyciliği savunur. Max Blechman’ın sık sık andığım bir sözü vardır: “Kuşbakışıyla Marx’ın verdiği hüküm, çoşumculuğun anamalcılığa kutlu sonuna değin meşru antitezi olarak refakat edeceği yönündedir.” Melankoli bu çoşumcu tepkinin en güçlü dışavurumlarından biridir.
Herhalde Hölderlin de bu melankoliyi en somut biçimde yaşamış şairlerden biridir. Nitekim Serol Teber Melankoli kitabında bir bölüm ayırmıştır Hölderlin’e. 73 yıl yaşamış bu büyük şair. Ömrünün ikinci 36 yılını bir odada geçirmiş. Teber’in anlatımıyla, “büyük bir suskunluk içinde, ne odasından çıkmak istemiş, ne kaçmış, ne de yapılanlara itiraz etmiş”. Ona bakan aile dışında kimseyle konuşmadan tüketmiş ömrünü Hölderlin. “Bu arada 50–60 kadar şiir ve çoğunluğu annesine ve kardeşine olmak üzere bir o kadar da mektup yazmış.” Hölderlin’in ömrünün bu ikinci döneminde bir ruh hastası olarak yaşamış olduğu düşünülür genellikle. Bu nedenle, delilik ile dâhilik arasında nedensellik ilişkisi kuranların en önemli örneklerinden biridir. Öte yandan, Hölderlin’in kendine kapanmanın en uç örneğini yaratırken aslında deli numarası yaptığını, aklının başında ve tavrının bilinçli olduğunu öne sürenler de vardır. Başka bir deyişle, One Flew Over the Cuckoo’s Nest filmindeki dev Kızılderilinin dilsiz numarası yapmasıyla aynı türden bir tavır yakıştırılmaktadır Hölderlin’e. Doğrusu, göksel bir biçemle yazan Hölderlin’e ben de konduramıyorum deliliği. Gönlündeki melekleri insanlardan sakınmak için kendi üstüne kapanmış olduğunu düşünüyorum. Hölderlin eskil Yunan söylencesine vurgundur. Bu söylenceye inanarak, doğa, insan ve tanrıların iç içe uyum halinde yaşayıp gittikleri bir evren düşlemiştir. Yaşı ilerledikçe bu hülyasının boş olduğunu görmüştür. Çünkü dünyayı değiştireceğini sandığı Fransız Devrimi’nin sonuçları onda derin düş kırıklığı yaratmıştır. Yani bir yandan doğadan kopmuşluk, öbür yandan kentsoylu devrimin ülkülerine ulaşılmazlığına, dahası: bunların düzmeceliğine inanması Hölderlin’in melankolisinin kültürel arka düzlemini oluşturmuştur. Hölderlin her melankolik gibi hayata sevdalanmış, yarım yamalak yaşamayı ya da yaşamak diye kendisine sunulan düzmecelikleri içine sindirememiş, Koca Adam gibi köşeye çekilmiştir.
Julia Kristeva’nın Kara Güneş’inin “Güzellik: Depresifin öbür dünyası” bölümünü okuduktan sonra söylüyorum: Melankolik ruhun susuzluğunu ancak sanatın güzelliği bir nebze giderebilir. Belki de Aristo’nun sorusunun yanıtı buradadır. Gilles Bardebette’in11 dediği gibi, “Yoğun bir kan topu: işte en güzel şiirlerimizin kaynağı”, yani sevda.
Notlar
1 Levent Mete, Depresyon – Hüzünden Melankoliye, İletişim Yayınları, 1999.
2 Mithat Enç, Ruhbilim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1974.
3 Julia Kristeva, Soleil Noir, Dépression et mélancolie, Gallimard, 1987.
4 Bernard Delvaille, Magazine Litteraire, no. 244, 1987.
5 Kitabı Mukaddes, Eyüp, Bap 14 – 1, 2, Kitabı Mukaddes Yayınları, 1992.
6 A.g.e., Vaiz, Bap 2 – 23.
7 Serol Teber, Melankoli “Normal Bir Anomali”, Say Yayınları, 2004.
8 Zeki Aslantürk, Naima’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı Kitapları, 1997.
9 Wolf Lepenies, Melancholie und Gesellschaft, Suhrkamp, 1998.
10 Jean Starobinski La Melancolie au Miroir, Julliard, 1997.
11 Magazine Litteraire, 1987, s. 244.