Hikmet-i Hükümet

Dücane CÜNDİOĞLU

Bugün başkalarından adalet 'talep' edecek durumda değiliz. Çünkü başkalarına 'adalet' teklif edecek durumda değiliz.

Adalet —itiraf etmeliyiz ki— günümüzde ne talebin, ne de teklifin konusu!

Kişisel karar verme mekanizmalarının belirleyici olmadığı bir düzlemde adalet'ten söz edilemez.

Bir hâkimden veya bir trafik polisinden istenen 'adil' olması değil, görevinin gereğini yerine getirmesidir.

"Görevin gereği" yine yasalarca tanımlanmıştır. Vatandaştan yasalara uymayı isteyen görevlilerin kendileri de yasalara uymak zorundadırlar. Ayrıca âdil olmaları talep edilmez. Çünkü onlara kişisel olarak ne düşündükleri sorulmaz.

Bu durumda âmir olan yasadır. Dolayısıyla, âdil olması gereken de.

Kişiselleştirilen ve özne hâline getirilen yasadır, yasanın kendisidir. Çünkü yasanın bir 'kendiliği' vardır.

Yasa diyor ki!

İşte size modern dünyanın illizyonu. Yani insanın yapıp ettiklerinin insandan bağımsızlaşmak suretiyle birer kendilik (zat) haline dönüşmesi.

Bu yüzdendir ki içinde yaşadığımız dünya, gerçekte kişiliğini yitirmiş bireylerin dünyası.

Bireyin kişiliği yok. Birey ve fakat kişi değil. Çünkü hakikati yok.

Kendi terimlerimle söyleyeyim: Modern öznelerin ferdiyeti var ama şahsiyeti ve/veya haysiyeti yok.

Bireysellik (ferdiyet), en son tahlilde toplumsallığın bir parçası. Adına 'toplum' denilen kurgusal 'bütün'ün bir unsuru. (Parçalar yapıntı olduğunda, ister istemez 'bütün' de öyle olacaktır!)

Bireysellik (ferdiyet) ile kişilik (şahsiyet) arasındaki mesafe, insanın aleyhine olmak üzere açılıyor. Yasalar insanı ferdiyet sahibi (birey) hâline getiriyor, onlara numara bile veriyor, ama şahsiyet/haysiyet sahibi (kişi) hâline gelmelerini engelliyor.

Şahsiyetlerinin oluşmasına izin verilmeyen bireyler, çaresiz kendilerine 'şahsiyet' kazandıramayacak niteliklerle (belirtilerle) varolmaya çalışıyorlar. Pek tabii ki görünür olmak, varolmak demekse şayet.

Meselâ bir takımın 'taraftarı' olmak, modern bireyin görünür olma çabalarının bir sonucu. Taraftarın bireyliğinden söz edebiliriz ama kişiliğinden aslâ. Yapıntı'nın saymaca unsurlarından biridir taraftar. Renklerde eriyen bir aidiyet. Galibiyetler ve mağlubiyetler arasında varolmaya çabalayan bireyler.

* * *

Adil kavrayışa ulaşmak, insan olmanın en üst basamağına çıkmakla eştir. Adalet kemâldir. Mükemmelliğin öteki adıdır. Bu nedenle ilahîdir. Tanrısallıktan pay almak demektir.

Adil olabilmek için, sûfilerin tabiriyle, "nefsi öldürmek", yani şehvet ve öfke güçlerini itidale kavuşturmak gerekir. Aksi takdirde, yani bu güçlerin itidale kavuşmasıyla elde edilen vasıflar (iffet ve cesaret) olmaksızın, aslâ adalet'ten söz edilemez.

İştah ve şehvet aynı kökten gelir. Her ikisi de bitkisel nefsin özelliğidir. Yani beslenmenin, büyümenin ve üremenin... İsteme, alma, elde etme, ele geçirme arzusunun...

İffet, işte bu gücün itidaline verilen addır. Sizin anlayacağınız, iffetli olmayan kesinlikle âdil olamaz. Başkalarına değil, kendisine. Kendisine âdil olmayan da başkalarına âdil olamaz.

Demek oluyor ki toplumsal adaletin temelinde yine nefsin (tek tek kişilerin) terbiyesi yer almaktadır.

* * *

Öfke gücü, hayvansal nefsin özelliğidir. Saldırganlık derecesi de, korkaklık derekesi de nefse zulümdür. İtidali şecaattir, yani cesaret. İnsandaki reddetme, itme, direnme, karşı koyma özellikleri öfke gücü sayesindedir.

Meselâ bir aslan yiyeceğini şehvet gücüyle temin eder. Ceylanı şehveti sayesinde avlar, lakin kendisini çakallardan öfke gücünün yardımıyla korur.

Çakallar cesur değildir, korkaktırlar, toplanırlarsa ancak saldırganlaşırlar.

[Klasik psikolojinin bu terimleri Freud tarafından da kullanılmış, hatta bana kalırsa kötü bir biçimde kopyalanmıştır. Freud'un cinsellik güdüsü ile saldırganlık güdüsü olarak tanımladığı iki temel insanî güç, gerçekte klasik psikoloji'nin "kuvve-i şeheviye" ve "kuvve-i gazabiye" olarak tanımladığı şehvet ve öfke güçlerinden ibarettir. (Eskiler buna "tahsil-i hasıl" derlerdi. Yani Amerika'yı yeniden keşfetmek.)]

* * *

Siyasette üzerine mesaj yüklenilen 'adalet' terimi, bazen hukukî bir vasıf taşır. Adalet Partisi gibi.

Bir Başbakan'ın ve iki bakanın bir hukuk cinayetiyle idam edilmesinin ardından, bu dâvânın siyasi takipçiliğini üstlenen Adalet Partisi'nin yöneticileri, sizce hangi tür adaletten söz ediyorlardı? Elbette öncelikle hukukî düzeydeki adalet'ten. Hak yerini bulmalı, adalet yerine gelmeliydi.

Peki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin aradığı, talep veya teklif ettiği adalet'in mânâ ve fonksiyonu ne olabilir?

Düşünmeyi bilenler düşünsün! Bilmeyenlerse konuşsun!

* * *

Adalet vasfının kazanılması için gerekli üç koşuldan ikisine değinip üçüncüsünü sona bıraktık. Hikmet'i.

İffet ve cesaret dışında kişi hikmet sahibi de olmalıdır. Hikmetten yoksun adalet olmaz çünkü.

Hikmet ise diğer ikisinin aksine insanî nefsin özelliğidir. Aklın ve kalbin terbiyesiyle hâsıl olur.

Tafsilâtı gerektiren bu konuda şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki Türk siyaseti hakikî anlamıyla hikmet yoksuludur, hikmetten yoksundur.

Hikmet'ten anladıkları, olsa olsa Fransızların "La raison d'état" tabirinden anladıkları ölçüsündedir.

Osmanlı, bu tabiri "hikmet-i hükûmet" diye kendi dünyasına aktarmıştı. Yenisini henüz uyduramadılar.

Burada 'raison', hikmet'ten çok, meşrulaştırma, kılıfına uydurma, devlet (güç) olmanın gereğini yapmak demek.

Bu düzeydeki hikmet'ten ise umumiyetle adalet değil, zulüm sadır olur.

Hem kendine hem başkalarına!

Oysa adalet dairesinin ilk cümlesi şöyle başlar: Adl mucib-i salâh-ı cihandır!

Yani adalet dünya barışının zorunlu sebebidir.