Herkesin her şey hakkında uzmanca bir edayla konuştuğu bir zamanda yaşıyoruz. Herkes başkası için neyin iyi, neyin kötü olduğunu “iki kere iki, dört eder” derecesinde biliyor. Kendisi için hangi kazağın daha fazla yakıştığı hakkında bir bilgisi olmayan birisi bile, sizin için önemli bir meselede fikir beyan etmekten geri durmuyor.
Annen bir yandan bir şey söylüyor, baban diğer yandan… Sonrasında eşin, komşun, arkadaşın ve diğerleri… Herkeste bir nasihat etme kaygısı var.İnsanların en cömert oldukları şey bir başkasına akıl vermek. Arkasından da hükmetme geliyor. Önerilerde bulunmanın sınırları oldukça aşılmış. Herkes, öneride bulunmak bir yana, diğerinin hayatına sözleriyle “müdahale” ediyor. Karşıdaki hazır mı, değil mi, o kadar da önemli değil!
İyi niyetli olmak, her zaman karşıdakine fayda sağlamayı getirmiyor. Sadece direnç geliştirmesine neden oluyor. Ya da sizden uzaklaşmasına… “Öyleyse kalsın!” diyor pek çoğu. Diyemeyenlerse alıyorlar söylediklerinizi, sonra da içlerine atıyorlar. Yapmayı deniyorlar ama kendi gerçeklikleriyle örtüşmediğinde beceremiyorlar. Kızıyorlar kendilerine. Yapamamanın verdiği acıyla...
Bir sporcu düşünün, işine çok önem veriyor olsun. Başkalarından gelen bütün övgü ve eleştirileri, düşünceleri hiç bir eleğe tabi tutmadan, ayırım gözetmeden alsın. Sonunu siz düşünün artık… Kısa süre içinde yolunu kaybeder. Sadece antrenöründen gelen eleştiriyi ciddiye alan, onun verdiği egzersizleri yapan bir sporcu başarılı olacaktır.
Çocuk bakımında, ergenlik dönemi sorunlarında, evlilik içi ilişkilerde, herkes iyi niyetle ama doğru-yanlış akıl yürütmelerden yola çıkarak bir şeyler söylüyor. Her söyleyenin söylediğini satın alarak gelen danışanlar da sıkıntıları bir iken bine çıkmış olarak geliyorlar.
Yaşamımız, yakınlarımızın ve arkadaşlarımızın bizimle ilgili algıları ile bizim gerçekliğimiz arasındaki uzlaşmazlıklarla dolu. Temkinli olmaya çalışmamız, kardeşimiz tarafından “enayilik” olarak algılanabiliyor... Utangaç tavırlarımız, “kendini beğenmişlik” olarak yorumlanabiliyor... Sevdiklerimizin gönlünü yapmaya çalışmamız, “dalkavukluk” olarak düşünülebiliyor…
Hangisi doğru? Bizim gerçekliğimiz mi, etrafımızdaki insanların bizimle ilgili algıları mı? Anlaşılmadığımızı düşünerek kendi kabuğumuza çekilemeyeceğimize göre, ne yapmalı, nasıl yaşamalıyız?
Başkalarını samimiyetle dinlemeli ama onların gerçekliğine uygun olan fikri, eğer açık ve hazırlarsa söylemeliyiz. Aksi halde, iyiden iyiye yönlerini kaybetmelerine neden oluruz. Etrafımızdakileri her zaman dinlemeliyiz veya hiç dinlememeliyiz gibi bir yanlışa düşmemek için, ihtiyacımız olanı satın almayı denemeliyiz. Ama ihtiyacımız olanı anlamak için, sevdiğimiz insanların söylediklerine önce uzaktan bir bakmalı ve gerçeğimize uygunsa almayı kabul etmeliyiz.
Herkes kendi yapmak isteyip de yapamadığını, sizde gerçekleştirmeye çalışarak, çok konuşarak ve her sözle ayarlarınızla yeniden oynayarak, size iyilik yaptıklarını sanadursunlar, sizin bu oyunu bir yerden durdurmanızın zamanı geldi.
Bir radyonun sadece bir frekansa odaklanması durumunda o yayını düzgünce dinleyebiliriz.Bir frekansa sabitleyemediğimizde bir çok yayın karışacak ve ortaya sadece cızırtı çıkacaktır.Bizlerde zaman zaman seçici algılamayı kullanarak,söylenenleri belli bir süzgeçten geçirerek savrulmaktan ve dağılmaktan korunabiliriz.
Her şeyi satın almadan ama insana dair olana kalpten yönelerek, insan olma ayarlarımızı koruyabileceğimizi düşünüyorum…Bize düşen iyi bilmediğimiz konular hakkında insanların yaşamlarını derinden etkileyecek şekilde ileri geri fikir yürütmemek. Böyle davranmayı alışkanlık haline getirmiş olanlara gelince de kibarca ‘’ bir şey içer misin?’’ diye sorarak konuyu değiştirmek herhalde…