Yrd. Doç. Dr. Yahya DERYAL[1]
(http://hukukdoktoru.ofisi.com ; yderyal@ktu.edu.tr)
I. Hekimin Sır Saklama Yükümlülüğü
A. Genel Olarak Sır Saklama Borcu
Güvene dayalı bir ilişki olan hekimlikte, hastanın kendini tedavi edecek hekime olan güveni nedeniyle ona sunduğu bilgilerin hekim tarafından saklanması, bu güvene duyulan saygının bir gereği olarak kabul edilmektedir.
Yazılı olarak yapılmamış olsa dahi hekim ile hasta arasında kurulduğu varsayılan tedavi sözleşmesinin “vekalet akdi” hukuki niteliğine sahip bulunduğu ve hekime sır saklama borcu yüklediği genel olarak kabul edilmektedir.
Hekimlerin tedavi hizmetlerini icra etmeleri sırasında uymakla yükümlü oldukları meslek ilkelerini düzenleyen Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi, hekimlerin sır saklama borcunu şu şekilde açıklamaktadır: “Tabip ve diş tabibi, meslek ve sanatının icrası vesilesiyle muttali olduğu sırları, kanuni mecburiyet olmadıkça ifşa edemez. Tıbbi toplantılarda takdim edilen veya yayınlarda bahis konusu olan vakalarda, hastanın hüviyeti açıklanamaz” (m.4).
Hasta Hakları Yönetmeliği de, yasal istisnalar dışında hastaların sağlık durumları hakkında bilgi verilmesini yasaklayabileceğini vurgulamaktadır: “İlgili mevzuat hükümlerine ve hastalığın mahiyetine göre yetkili mercilerce alınacak tedbirlerin gerektirdiği haller dışında; hasta, sağlık durumu hakkında kendisine veya ailesine veya yakınlarına bilgi verilmemesini isteyebilir” (m.20). Bu hüküm, hastalıkla ilgili bir kısım bilgilerin hastanın rızası olmadıkça açıklanamamasını içermektedir.
B. Hastaya Ait Bilgilerin Açıklanması
Hasta Hakları Yönetmeliği, sağlık kurumlarının ve sağlık çalışanlarının da, hasta ile ilgili olarak edindiği bilgilerin ancak kanunun izin verdiği hallerde açıklanabileceğini belirtmektedir: “Sağlık hizmetinin verilmesi sebebiyle edinilen bilgiler, kanun ile müsaade edilen haller dışında, hiçbir şekilde açıklanamaz” (m.23/I). Bu hükümle gözetilen amaç, sağlık yardımı alan hastanın bu amaçla verdiği bilgilerin saklanması ve onun kişilik haklarını rencide edebilecek biçimde ortalıkta dolaşmamasıdır.
Hastanın kendisi ile ilgili bazı bilgilerin açıklanmasına rızası bulunsa bile, bu rızanın onun kişilik haklarına zarar vermesi söz konusu olduğu durumlarda bunları açıklayan sağlık çalışanlarının sorumlu olacağı kabul edilmektedir: “Kişinin rızasına dayansa bile, kişilik haklarından bütünüyle vazgeçilmesi, bu hakların başkalarına devri veya aşırı şekilde sınırlanması neticesini doğuran hallerde bilginin açıklanması, bunları açıklayanın hukuki sorumluluğunu kaldırmaz” (m.23/II).
Herhangi bir şekilde hastaya zarar verme ihtimali bulunan bazı bilgilerin ifşa edilmesi de, geçerli ve haklı bir sebebe dayalı olmadıkça, açıklayan personelin hem hukuki hem de cezai sorumluluğunu gerektirecektir: “Hukuki ve ahlaki yönden geçerli ve haklı bir sebebe dayanmaksızın hastaya zarar verme ihtimali bulunan bilginin ifşa edilmesi, personelin ve diğer kimselerin hukuki ve cezai sorumluluğunu da gerektirir” (m.23/III).
Yönetmelik sır saklama borcunun sıklıkla ihlal edilebileceği bir ihtimale de işaret etmektedir: “Araştırma ve eğitim amacı ile yapılan faaliyetlerde de hastanın kimlik bilgileri, rızası olmaksızın açıklanamaz” (m.23/IV). Özellikle tıp kongrelerinde sunulan bildiri ve araştırma sonuçlarında ve eğitim hastanelerinde yürütülen eğitim amaçlı çalışmalarda “araştırmanın nesnesi” konumunda görülen hastanın kimlik bilgilerinin açıklanması, onun mahremiyet alanına zarar veren bir kişilik hakkı ihlali sayılabilir.
C. Hekimlik Meslek Etiğine Göre Meslek Sırrı
Türk Tabipler Birliği’nin üye olduğu Dünya Hekimler Birliği’nin 1948 Cenevre, 1957 İstanbul, 1981 Lizbon ve 1983 Venedik Bildirgelerinde de, hekimin öldükten sonra bile hastasına ait sırları saklamaya özen göstermesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Nitekim Türk Tabipler Birliği tarafından kabul edilen “Hekimlik Meslek Etiği Kuralları” içinde de “sır saklama yükümlülüğü”ne özel olarak yer verilmektedir (m.9):
“Hekim, hastasından mesleğini uygularken öğrendiği sırları açıklayamaz. Hastanın ölmesi ya da o hekimle ilişkisinin sona ermesi, hekimin bu yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Hastanın onam vermesi ya da sırrın saklanmasının hasta ya da öteki insanların yaşamını tehlikeye sokması durumunda, hastanın kişilik haklarının zedelenmemesi koşuluyla, hekim bu sırrı saklamakla yükümlü değildir. Yasal zorunluluk durumlarında hekimin rapor düzenlemesi de, meslek sırrının açıklanması anlamına gelmez. Hekim, tanık ya da bilirkişi olarak mahkemeye çağrıldığında olayın meslek sırrı olduğunu ileri sürerek bu görevlerinden çekilebilir”.
Türkiye Psikiyatri Derneği’nin 22 Haziran 2002 tarihli 1. Olağanüstü Genel Kurulu’nda karara bağlanan “Ruh Hekimliği (Psikiyatri) Meslek Etiği Kuralları” da psikiyatri hekiminin sır saklama borcunu düzenlemektedir (m.6):
“Herhangi bir psikiyatrik muayene ve sağaltım altındaki kişiyle ilgili bütün bilgiler hasta-hekim ilkeleri çerçevesinde saklı tutulmalıdır. Bu bilgi yalnızca hastanın ruh sağlığını korumak ve geliştirmek amacı ile ve hastanın oluru alınarak gerektiğinde ve hastanın yararı için gereken ölçüde aile ile paylaşılabilir ya da başka uzman hekimlerle danışma amacı ile kullanılabilir. Ruh hekimleri, kişisel haklar, tedavi hakkı, yanlış mesleki uygulamalar vb. durumlarla ilgili olarak hastasının yararı söz konusu olmadıkça, kendi siyasal, yönetsel, medyatik ya da maddi çıkarları, akademik, mesleki veya kişisel yararları doğrultusunda hastasıyla ilgili bilgileri açıklamamalıdır.
Hasta hekim ilişkisi içinde edinilmiş olan bilgiler gerekli görüldüğünde mahkemede tanıklıktan ya da bilirkişilikten çekilmek için bir gerekçe oluşturabilir. Kişinin özel yaşamı, özel ilişkileri, savunma düzenekleri gibi psikolojik yapısıyla ilgili özel bilgiler istenildiğinde bunların mahkemede sunulması kişinin açık ve anlaşılır iznine bağlıdır. Ruh hekimi kişi için yararlı olmadığını düşündüğünde, kişi izin vermiş de olsa, bu tür bilgileri açıklamak zorunda olmadığını bilmelidir.
Gizlilik kuralı ancak hastanın kendisine ya da çevresine ciddi bedensel, ruhsal ya da ekonomik zarar verme olasılığı varsa bozulabilir. Ruh hekimi gizlilik ilkesini bozmayı gerektirecek önemde bir durumla karşılaşmışsa, olabiliyorsa meslektaşları ile de danışarak, uygun göreceği yerlere ya da kişilere açıklama yapmak zorunda kalabilir. Bu durumlarda ruh hekimi bundan sonra atacağı adımla ilgili olarak koşullar elveriyorsa önce hastayı uyarmalıdır.
Ruh hekimi hastasının tanınmasına yol açacak ya da olası davranışlarının tahminine ilişkin herhangi bir bilgiyi başkalarına ya da herhangi bir kuruluşa veremez. Kişi adı, kimlik bilgileri, yüz görünümü gibi kişiyi tanıtacak tüm özelliklerin gizlenmesi koşuluyla, bilimsel bir tartışmada, eğitim süresinde, denetim ve konsültasyon amacı ile hekimler arasında hastalıkla ilgili bilgilerin aktarılması bu kuralın dışındadır.
Yasal zorunluluk durumlarında hekimin rapor düzenlemesi meslek sırrının açıklanması anlamına gelmez”.
D. Meslek Sırrını İfşa Suçu
Hekimin sır saklama borcunu, “kamu düzeni” ile yakından ilgili gören kanun koyucu, meslek sırrını ifşa etmeyi ceza kanununda bağımsız bir suç olarak öngörmüştür: “Bir kimse resmi mevki veya sıfatı veya meslek ve sanatı icabı olarak ifşasında zarar melhuz olan bir sırra vakıf olup ta meşru bir sebebe müstenit olmaksızın o sırrı ifşa ederse üç aya kadar hapis ve elli liraya kadar ağır cezayı nakdiye mahkum olur. Eğer zarar vaki olmuş ise cezayı nakdi elli liradan az olamaz” (TCK.m.198).
Bununla birlikte 1 Nisan 2005’te yürürlüğe girecek yeni ceza kanunu, bu maddeye yer vermemiş; buna karşılık “özel hayatın gizliliğini ihlal” kenar başlıklı 134. maddesi birinci fıkrasında “Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal eden kimse, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır” hükmünü getirmiş ve bu suçun “belli bir meslek ve sanatın sağladığı kolaylıktan yararlanmak suretiyle işlenmesi halinde, verilecek cezanın yarı oranında artırılacağını” (m.137) öngörmüştür.
Özel hayata ilişkin olup da bir mesleğin icrası sırasında/yoluyla öğrenilen bilgiler “meslek sırrı” sayılıp saklanması gerekirken; hastaya ait bu bilgiler, özel hayatın gizliliğine zarar verir şekilde açıklanırsa, bu da TCK.m.198 anlamında “meslek sırrının ifşası” suçunun teşekkülüne sebebiyet verecektir.
Mevcut ceza kanununda meslek sırrının ifşası suçuna en fazla üç aya kadar ceza uygulanabilirken, yeni ceza kanunu cezanın alt sınırını 9 aya (6 ay x ½) çıkarmış olmaktadır.
Ayrıca, meslek sırrına sahip hekimlerin, açılan bir davada hastası ile ilgili tanıklık yapmaktan kaçınma hakkı bulunmaktadır (HUMK.m.254/3, CMUK.m.48, CMK.m.46). Mahkemece çağrıldığı ve/veya görevlendirildiği halde, hekime tanınan bilirkişilik ya da tanıklıktan kaçınma hakkı, sık saklama borcuna bağlılığın, bu yükümü layıkıyla yerine getirebilmenin bir şartı olarak düşünülmüştür.
Hekimin saklamakla yükümlü olduğu “sır”rın kapsamı ve muhtevası nedir?
Hasta tarafından hekime verilen veya hekimin hasta ile ilgili yaptığı araştırma veya tetkikler sonucu öğrendiği ya da hasta dosyasında yazılı her türlü bilginin “sır” olarak kabul edilmesi yerine; gizli tutulmasında yani açıklanmamasında hastanın menfaati bulunan her türlü bilgiyi bu kapsamda düşünmek ve sırrın kapsamını belirlemede ortalama bir hasta profilini değil “somut hasta”yı esas almak daha sağlıklı bir yol olsa gerektir.
II. Hekimin İhbar Yükümlülüğü
A. Yeni Ceza Kanunu (m.280)
TCK.m.530 uyarınca “Hekim, cerrah, ebe yahut sair sıhhiye memurları şahıslar aleyhinde işlenmiş bir cürüm asarını gösteren ahvalde sanatlarının icap ettiği yardımı ifa ettikten sonra keyfiyeti adliyeye veya zabıtaya bildirmezler yahut ihbar hususunda teehhür gösterirlerse bu ihbar kendisine yardım ettikleri kimseyi takibata maruz kılacak ahval müstesna olmak üzere otuz liraya kadar hafif cezayı nakdiye mahkum olurlar”.
Yeni Ceza Kanunu m.280’in kenar başlığı “sağlık mesleği mensuplarının suçu bildirmemesi” olarak belirlenmiş olup 1. fıkrada “Görevini yaptığı sırada bir suçun işlendiği yönünde bir belirti ile karşılaşmasına rağmen, durumu yetkili makamlara bildirmeyen veya bu hususta gecikme gösteren sağlık mesleği mensubu, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmü getirilmektedir.
Bu iki düzenleme arasında beş önemli fark bulunmaktadır:
1. Sadece şahıslar aleyhine işlenen cürümler değil, her türlü suç belirtisinin bildirilmesi aranmıştır: 765 sayılı Türk Ceza Kanunu sadece “adam öldürme” ve “yaralama” türünden “şahıslar aleyhine işlenmiş” suçların bildirilmesi yükümlülüğünü öngörürken, yeni düzenlemede herhangi “bir suçun işlendiği yönünde bir belirti ile karşılaşan” sağlık çalışanı bunu bildirmekle yükümlü tutulmuştur. Böylece ihbar yükümlülüğünün kapsamı genişletilmiştir.
2. TCK.m.530’da sağlık çalışanlarının “suç işlendiğini fark ettiklerinde” bildirim yapmaları gerektiği vurgulanırken; yeni TCK.m.280’de suç ile değil “suç belirtisi” ile karşılaşan sağlık çalışanı bildirim ile yükümlü tutulmaktadır. Böylece suç işlenmiş olması aranmaksızın suça yönelik en küçük bir belirti (emare) ihbar için yeterli görülmekte, ihbar yükümlülüğünün kapsamı aşırı genişletilmiş olmaktadır.
3. Hastanın kovuşturmasını gerektirecek suçların bildirilmemesi –haklı- istisnasına yer verilmemiştir: TCK.m.530’da “bu ihbar kendisine yardım ettikleri kimseyi takibata maruz kılacak ahval müstesna” kabul edilirken, yeni düzenleme (YTCK.m.280) istisnaya yer vermeyerek, sağlık çalışanlarının tedavisine yardım ettikleri hastaların kovuşturulmasını gerektirecek suçların da bildirilmesini emretmektedir. Bu durum, hasta hakları duyarlılığı yönünden önemli sakıncalara elverişlidir.
Böylece, her hangi bir nedenle suça bulaşmış kimseler, ihbar edilmek korkusuyla sağlık kurumlarına başvurmak ve tedavi olmaktan kaçınacaktır. Bu durum, hastanın en temel hakkı olan tedavi olma hakkını elinden alınmaktadır. Şimdi artık, hasta hakkında kovuşturma gerektirecek bir suçun da bildirilmesi söz konusu olduğundan; hastalar tedavi olmak amacıyla sağlık kurumlarına başvurmaktan kaçınabileceklerdir.
Örnek olarak, ölümlü bir kavgada yaralanmış bir hastanın ihbar edileceği korkusuyla tedaviden uzak durması ya da ehliyetsiz kişilere başvurması mümkündür. Bir başka açıdan, pişmanlık duyan suçlunun suç mağdurunu hekime götürebilmesi için ihbar edilme korkusu taşımaması gerekir.
4. “Önce müdahale sonra bildirim” ilkesine yer verilmemiştir: TCK.m.530’da “icap eden yardımı ifa ettikten sonra” bildirim yükümlülüğü öngörülmüşken; YTCK.m.280’de bu hususa değinilmemektedir. Hekimlerin asli görevi, hastalarını tedavi etmek ve onları sağlığına kavuşturmak olduğundan, tedavi sırasında sağlık çalışanlarını suç bildirimi ile meşgul etmemek için öncelikle tedaviyi gerçekleştirmesi, acil ve gerekli tıbbi müdahaleyi yaptıktan sonra suç bildiriminde bulunması esası benimsenmiştir. Yeni Ceza Kanunu, bu yerinde ilkeye yer vermeyerek sağlık çalışanlarını ceza tehdidi altında öncelikle suçu ihbar etmek telaşına düşürmüş, tedavi amacını göz ardı etmiştir. Sağlık çalışanlarının asli görevi hastanın sağlığı ile ilgilenmek olmalıdır. Suçların önlenmesine yardımcı olmak üzere ihbarda bulunmak görevi sağlık çalışanlarının tali (ikincil) bir görevi olabilir ve bu görev asli görevin icrasına zarar vermemelidir.
5. Ceza ağırlaştırılmıştır: TCK.m.530’da hafif para cezası varken, YTCK.m.280’de 1 yıla kadar hapis cezası öngörülmüş, suçun kapsadığı alan genişlediği gibi suça verilecek ceza da aşırı ölçüde ağır hale gelmiş olmaktadır.
B. İhbar Yükümlülüğünün Amacı
Hasta Hakları Yönetmeliği (1998) ile evrensel ölçekte hasta haklarının tanındığı bir hukuk sisteminde, modern eğilimleri yansıtma iddiası taşıyan yeni ceza kanunu ile daha da geriye gidilmiş olması anlaşılabilir ve kabul edilebilir değildir.
TCK.m.530’da yer alan bu özel hükümden başka, TCK.m.235’de memurlar için ve TCK.m.296’da bütün vatandaşlar için suçları ve suçluları ihbar yükümlülüğü kabul edilmektedir. Yeni Ceza Kanunu m.279 ve 283/I’de bu suçlar ve cazaları aşağı yukarı aynı şekilde korunmaktadır.
TCK.m.235, görev yaptıkları sırada kamu adına kovuşturmayı gerektiren bir suç işlendiğini öğrendiği halde yetkili mercilere bildirmede ihmal ve gecikme gösteren memurlar için 4 aydan 2 yıla kadar hapis cezası öngörmektedir. TCK.m.296’da ise, suçun işlenmesinden sonra faile yardım eden ve yakalama/tutuklama müzekkeresi çıkarılmış kimseleri yetkili mercilere derhal ihbar etmeyen vatandaşlar için ağır cezalar öngörmektedir. TCK.m.530 ise, vatandaşlar ve memurlar için genel olarak öngörülen ihbar yükümlülüğünü sağlık çalışanları bakımından özel olarak düzenlemektedir.
Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği, kamu hastaneleri bakımından adli vakaların savcılığa bildirilmesi zorunluluğunu düzenlemektedir: “Yataklı tedavi kurumlarında muayene ve tedavi edilen vak'aların Türk Ceza Kanununun (530) nci maddesinin müstesna kıldığı haller dışında gecikmeksizin Cumhuriyet Savcılığına haber verilmesi zorunludur. Ayrıca yaralı ve cesetten çıkarılan delil niteliğini haiz eşyanın adli makamlara aynen ve gecikmeksizin teslimi gerekir” (m.86).
Hekimin hasta ile kurduğu ilişkide öğrendiği veya tedavi amacıyla kendisine verilen hastaya ait bilgileri (sırları) saklama yükümlülüğü ile öğrendiği suçları ve kamu sağlığını ilgilendiren bilgileri ihbar (bildirme) yükümlüğü arasında bir çelişki varmış gibi gözükmektedir. Aslında yapılması gereken, her iki yükümlülüğün kapsamı ve sınırlarını açık bir şekilde belirlemek olmalıdır.
Doğrusu, sağlık çalışanlarının tedavi ettiği hastaları ve tedavi sırasında karşılaştığı suçları adli mercilere bildirme borcu yükleyen TCK.m.530 hükmünün kabulü tartışmalı olmuştur. Hem bizde hem kaynak ülke İtalya’da bir kısım ceza hukuku teorisyenleri ve uygulamacılar, böyle bir ceza normunun bir çeşit “casusluk sistemi” öngördüğü ve hekimi “muhbir” haline getireceği biçiminde ağır eleştirilerde bulunmuşlardır.
Özellikle Türk hukukunda, hekimin “meslek sırrı” kabul edilmiş ve bu sırrın açıklanması cezaya bağlanmış ve diğer yandan hekime “tanıklıktan çekilme” imkanı da tanınmış iken, böyle bir sistem içinde ihbar zorunluluğu getirilmiş olması açıklanamaz bir çelişki olarak görülmüştür.
Fakat yine de TCK.m.530 düzenlemesinde, hastaları tedavi olmaktan kaçırmamak amacıyla hasta için kovuşturmaya neden olacak suçların bildirilmesi kabul edilmemiştir. Ayrıca her suç için değil, sadece şahıslara yönelik işlenmiş suçların bildirilmesi zorunlu görülmüştür. Bir başka şart da, ancak bir hastanın tedavisinde doğrudan ve fiilen katkı sağlayan hekim veya sağlık çalışanının ihbar ile yükümlü olmasıdır. TCK.m.530’da ihbarın “adliyeye veya zabıtaya” yapılması belirtilmekte iken; CMUK’ta “savcılığa, zabıtaya, sulh hâkimlerine, vali, kaymakam ve nahiye müdürlerine” de yöneltilebileceği kabul edilmektedir (m.151).
C. Bulaşıcı Hastalıkların Bildirilmesi
TCK.m.530’a göre suçların ve suçluların bildirilmesi gibi, toplum sağlığını korumak amacıyla bulaşıcı ve salgın hastalıkların tedbir almakla yetkili mercilere haber verilmesi de hekimin ihbar yükümlülüğü kapsamındadır. Bildirilmesi zorunlu hastalıkların neler olduğu 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanunu (Genel Sağlığı Koruma Kanunu) içinde ayrıntılı olarak açıklanmaktadır:
Kolera, veba (bübon veya zatürree şekli), lekeli humma, karahumma (hummayi tiroidi) daimi surette basil çıkaran mikrop taşıyıcıları, paratifoit humması veya her nevi gıda zehirlenmeleri, çiçek, difteri (kuş-palazı), sari beyin humması, uyku hastalığı (iltihabı dimağii sari), dizanteri (basilli ve amipli), lohusa humması (hummai nifası) ruam, kızıl, şarbon, felci tıfli (iltihabı nuhai kuddamii sincabii haddı tifli), kızamık, cüzam (miskin), hummai racia ve malta humması, kudurmuş hayvan ısırmaları, kuduza bağlı ölümler, sıtma, trahom, frengi, bel soğukluğu ve yumuşak şankre türünden zührevi hastalıklar, bu hastalıklar arasında sayılmıştır (UHK.m.57, 97, 99, 103, 107, 114).
Bu hastalıklarından biri zuhur eder veya bunların birinden şüphe edilir veyahut bu hastalıklardan ölüm vuku bulur veya ölümün bu hastalıklardan biri sebebiyle meydana geldiğinden şüphe duyulursa ihbar yükümlülüğü doğmuş demektir (UHK.m.57).
Bu tür bir vaka ile karşılaşan hekimler, 24 saat süre içinde sağlık müdürlüğüne, hükümet veya belediye tabipliğine, bunlar yoksa polis veya jandarma karakoluna sözlü veya yazılı şekilde başvurarak, hastanın isim ve adresini bildirmek zorundadırlar. Polis ve jandarma da, öğrendikleri bu vakaları hiç vakit kaybetmeksizin ilgili mercilere iletmekle yükümlüdür (UHK.m.58).
Ayrıca yukarıda ismen sayılan hastalıklar dışında kalan bazı hastalıkların da salgın hastalık düzeyinde yaygınlaşma eğilimi göstermesi halinde, Sağlık Bakanlığı bu hastalıkları da bildirilmesi zorunlu hastalıklar arasına sokmakta yetkilidir (UHK.m.64).
D. Sonuç Olarak
Hekimin bildirim yükümlülüğünün gerekçesi, suçların takibi, suçluların yakalanması ve halk sağlığını ilgilendiren konularda tedbir alınması ihtiyacıdır. Bu temel gerekçe “kamu yararı” ile ilgili iken, temel hasta haklarını göz ardı edecek biçimde uygulanmamalıdır. Toplum güvenliğini sağlamaya veya halk sağlığını korumaya çalışırken, temel hasta haklarına da uygun davranmak mümkün ve gereklidir.
Sözün özü: Evrensel hasta hakları normları bakımından TCK.m.530 düzenlemesinden pek çok bakımdan bir geriye gidişi ifade eden YTCK.m.280 hükmünün yeniden gözden geçirilmesi “acil” ve “açık” bir zorunluluktur.
[1] KTÜ-İİBF Ticaret Hukuku Ana Bilim Dalı ; Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı