Rüzgar ateş için neyse, ayrılık da aşk için odur; küçük bir aşkı söndürür, büyük bir aşkı daha da güçlendirir. (Mevlana)
Psikoterapi ve benzeri uygulamalara olan ihtiyaç, geleneksel kültürlerde dinin önde gelen kimseleri tarafından karşılanıyordu. İslam coğrafyasında da sağlıklı ya da hasta tüm ruhlar, din ulularına, evliyaya, salih kullara, tasavvuf ehline emanet ediliyordu. ‘Ruh’un ne olduğu, bizim ‘ruhiyatçı’ adına ne kadar layık olduğumuz elbette tartışılır ama neresinden bakarsak bakalım, ruhları iyileştirme iddiasındaki bizler, bu kimselerin mirasçılarıyız. Bu mirası, söylem düzeyinde de göstermek, tasavvuf ile psikoterapi arasındaki bakış ve kavramsallaştırma benzerliklerini ortaya koymak mümkündür; bu konuda hayli kabarık bir literatür vardır. Tasavvuf ile psikoterapi benzerliğinin en bariz görüldüğü temalardan bir tanesi de ayrılık ile ilgilidir.
Bakara (30-37), A’raf (11-25) ve Ta-Ha (115-123) surelerinde değişik versiyonları bulunan Adem kıssası, ilahiyatçılar arasında İblis’in kim, cennetin neresi olduğu gibi konularda birçok tartışma meydana getirmiş olsa da son tahlilde sıradan insanın bilinç dünyasına, “işlediği bir günah nedeniyle cennetten yeryüzüne gönderildiği” şeklinde yerleşmiştir. Buna göre asıl vatanımız cennettir, her türlü sıla özleminin, nostaljinin nedeni gerçek yurdumuza duyduğumuz özlemdir.
Tasavvufta ise yine “dönüşünüz ancak Allah’adır” (11/4) ve birçok başka ayetten yola çıkarak temel ayrılık, cennetten düşüşten ziyade “aşk” ve “ölüm” odaklı olarak anlatılır; varlık ve varlığın mertebeleri “devr nazariyesi”ne göre açıklanır. “Devr” varlığın Allah katından yoğunlaşması ve zuhura gelmesi ile başlayan, tekrar manevî yükseliş ile Allah’a dönmesi şeklinde gerçekleşen ‘oluş’un adıdır. Allah’tan varlığa, zuhura doğru geçiş ‘nüzûl’, varlık ve eşyadan tekrar Hakk’a yükseliş ‘urûc’ adı ile anılır. Biri inişi, diğeri yükselişi temsil eden iki yarım daire, tam bir daireyi oluşturur. Yani her şeyin başı ve sonu Allah’tır. İnsanlar ve yaratıklar Allah’ın kendilerine tayin ettiği bir süre için görevlerini yerine getirmek üzere zuhura gelirler ve ardından tekrar ona dönerler.
İlahiyatta ve tasavvufta ayrılık
Mevlana’nın hayat ve ölüm anlayışı da ‘devr’ nazariyesine dayanır. Onun anlayışında ölüm yokluk, tükeniş ve bitiş değil, aksine bu dünyada ruhun bedene mahkum hapis hayatının sona ermesi ve ‘sevgili’ye kavuşmasıdır. Nitekim Mevlana Divân’ında şöyle der: “Benim ölüm günüm Sevgili’ye kavuşma günümdür (şeb-i arus), eğlence ve mutluluk günümdür. O gün benim için çeşitli nimetleri yeme, şikayetlerden kurtulma ve Allah’tan razı olma günüdür.”
Tasavvuf ehline göre ölüm, Allah’tan gelen ruhun yine ona yükselmesi olduğundan, insan ruhu bedende olduğu sürece geldiği ve döneceği aleme göre zindandadır. Nasıl zindanda olan insan, hapishanenin yıkılmasına karşı çıkmaz tam tersine mutlu olursa, aynı şekilde insan da ölümle beden mülkünün viran olmasından incinmez, aksine sevinir. Mevlana’nın “Sen yaşıyorum sanırsın. Aslında beden zindanında mahpussun. Zindandan kurtulur, beden kuyusundan çıkabilirsen Yusuf gibi Mısır’a sultan olursun” demesi bu yüzdendir.
Tasavvuf’un Mevlevi ekolü, diğer tüm söylemini ve pratiklerini bu şekilde ifade etmiş olduğu ayrılık ve kavuşma eksenli olarak biçimlendirir. Bu bakışa göre insanın olağan gündelik yaşantısı sırasında ortaya çıkan ayrılıklar ve onlardan kaynaklanan ıstıraplar küçümsenir: “Rüzgar ateş için neyse, ayrılık da aşk için odur; küçük bir aşkı söndürür, büyük bir aşkı daha da güçlendirir” der Mevlana. Ama dünya hayatındaki ayrılıklar küçümsenirken ayrılık acısı yaşayan insana da şifa müjdesi verilir: “Ayrılık, her ne kadar ümidin belini kırsa, ıstıraplar, cefalar, isteklerin, emellerin ellerini bağlasa da, Allah sevgisi ile mest olan aşığın gönlü, ümitsizliğe düşmez, Hak’tan ümidini kesmez. İnsanlar, uğrunda çaba gösterdikleri her şeye ulaşırlar.” İnsan ilişkisi, arayışın yolu haline getirilir; Yaratıcıya olan sevgi, başta yüz aynasında kendini gördüğün “dost” olmak üzere insan ilişkisinin tamamına yayılır.
Psikoterapide ayrılık teması işlenirken ilahiyattaki ‘cennet’in, tasavvuftaki Allah’a kavuşmanın karşılığı oldukça maddi, dünyevi bir kavramla yani anne rahmiyle özdeşleştirilir; insanın anne rahminden doğumla birlikte ayrılması, tüm diğer ayrılıkların temeli olarak görülür: İnsanın psikolojik olgunlaşması annesinden yalnızca fiziksel olarak değil ruhsal bakımdan da ayrılıp bir birey olmayı başarabilmesiyle mümkündür. Freud, doğum travmasını insanın yaşadığı ilk endişe olarak tanımlamış, ancak sonraki yaşamın kaygılarını genellikle cinsel ve saldırgan nitelikteki itkilerle açıklamıştır. Ama psikanaliz Freud’un kavramsal çerçevesiyle sınırlı değildir. Daha Freud hayattayken onun görüşlerine birçok itirazlar olmuştur. Örneğin Otto Rank, insanın yaşamındaki kaygıların çoğunu, doğum sırasında yaşanan travmanın kökeninde bulunan ayrılık endişesinin tekrarı olarak yorumlamıştır.
Varoluş anına dönme çabası
Rank’ın doğum travması olgusundan hareketle geliştirdiği yaşam korkusu ve ölüm korkusu kavramları, kendimizi ve dünyamızı anlamada önemli bir rehber niteliği taşır. Rank’a göre her insan, bağımlılık ve bağımsızlık ya da boyun eğme ve kendi yönünü kendi belirleme eğilimlerinin yarattığı çatışma ile dünyaya gelir. İnsanın bağımsız bir varlık olma çabası yaşamın özüdür. Bunun karşıtı, rahimdeki çabasız varoluşa dönme eğilimidir ki Rank, bunu ölüme ulaşma isteği olarak yorumlamıştır. Dolayısıyla, ayrılık ve birleşme, yaşam ve ölümle eşanlam taşır. Bağımsızlığa doğru atılan adımlar ürkütücüdür, bireyselliği yitirerek çevrenin egemenliği altına girmek ise çaresizlik duygusunun yaşanmasına neden olur. Her iki duruma da eşlik eden duygu suçluluktur: Kendimize ya da çevremize ihanet etmenin suçluluğu.
İnsan yavrusunun annesinden ayrılmayı, kişiliğini ondan ayrıştırmayı başararak bireyleşme sürecini ayrıntılı biçimde inceleme ve kavramsallaştırma süreci ise psikanalist Margaret S. Mahler’e nasip olmuştur. Mahler, bebeklerin davranışlarının titizce gözlemlenmesinden yola çıkarak bu süreci birçok aşama içinde analiz etmiş, en çok da 17-24. aylar arasında yaşanan “yeniden yakınlaşma” dönemine önem vermiştir. Bu dönemde bebek bir yandan kendisi ve dünya hakkında birçok keşifler yapıp bunları annesiyle paylaşmak isterken, bir yandan da anneye karşı belirgin bir negatif tutum gösterir, adeta ileride anneden ayrılacak olmasına karşı bir savunma geliştirir. Anneden ayrılmanın farkındalığı arttıkça onun sevgisine duyulan ihtiyaç da artar. İnsanın bireyleşme yolunun sağlıklı olup olmaması, bu krizin başarıyla atlatılabilmesine bağlıdır. Eğer bu iki uç arasındaki yalpalama atlatılamazsa, kişi kendisi ve dünya hakkında tutarlı ve barışık bir duruşa hiç ulaşamaz.
Özellikle ergenlik döneminde kriz, çok daha şiddetli biçimde yaşanır. Evlilik, meslek, cemiyet, yaşam ve ölümle ilişkilerde bu krizin değişik biçimleri bumerang gibi dönerek kişinin ruhunu rahatsız eder.
Sağlıklı bir kişiliği, bir bakıma “annemizle iç içe yapışık bir hayattan kendi başımıza var olmayı, hissedip düşünebilmeyi, karar verebilmeyi başarabilecek bir organizasyona ulaşma” diye de tarif edebiliriz. İnsanın kendisini gerçekleştirebileceği manevi arayış dönemi, Yaratıcısıyla sağlıklı bir diyalog ihtimali tam anlamıyla ancak sağlam bir kişilik organizasyonundan sonra mümkündür. Tasavvuf yoluyla kişiliğini geliştirmek isteyenlerin önemli bir kısmının daha yolun başında ilerlemelerinin durması, muhtemelen yetişme tarzı itibariyle kişilik zafiyetleri göstermeleri nedeniyle olsa gerektir.
Yitik zamanın peşinde
İnsanın annesinden ayrılığını, insani arzunun niteliği ve dil gelişimi açısından ele alan J. Lacan’ın bakışa da zikredilmeye değer. Lacan’a göre insani arzunun tatminini imkansız kılan şey, insanın dilsel bir varlık oluşudur. İnsanlığımızın, arzumuzun temeli, henüz konuşmaya başlamadan önceki, dil-öncesi zamanlardadır. Biz, dili öğrenmeden önce de arzuluyorduk, istek ve ihtiyaçlara sahiptik. Ama dili öğrenir öğrenmez, arzumuzu dille ifade etmeyi de öğreniriz. Öğreniriz öğrenmesine de kelime gerçeğin yerini tutmadığı için bir şeyler hep eksik kalacaktır. Sürekli anneyle yaşadığımız günlerin, yitik zamanların peşindeyizdir, arzumuzu tatmin etmek için sarıldığımız her şeyi, tüm sevgililerimizi bu orijinal partnerimizle kıyaslarız. Ama onu öylesine kesin biçimde kaybetmişizdir ki, orijinal sevgi nesnemiz olan annemizle her an sarmaş dolaş olsak bile, bir daha asla geri gelmeyecektir. Dilin, simgesel olanın, kelimelerin dünyamıza girmesiyle birlikte, şeylerin gerçekliği ilelebet yitirilmiştir. İlerlemek, yürümek, insan olabilmek için doğayı tümüyle arkanda bırakmak zorundasındır. Annemizle birlik, bütünlük zamanından bize, geriye yalnızca arzu kalır. Bu nedenledir arzunun sürekli değişip durması, hiçbir zaman tatmin olmaması. Gerçekten istediğin ebediyen kaybolmuş olan birliktelik hissi, bir zamanlar var olmuş olan bütünlüğün hazzıdır...
Canlılar içinde en tutkulu olan ve en çok arayanın insanoğlu olduğu şüphe götürmez. Bu tutkunun kaynağı, anneyle bebeklik zamanlarımızı tekrar keşfetmeye çalışan yorulmak bilmez arzudan başka bir şey değildir. Arzumuz, ruh halimize yeteneğimize göre herhangi bir biçim alabilir; şiir yazar, müzik dinler, katedraller inşa eder ve öteki gezegenlere uçarız. Her keşfin, her arayışın altında insani arzunun tatmin olmazlığı vardır. İnsani arzu, toplumsallaştığımız, dili öğrendiğimiz çocukluk yıllarından beri, yitik zamanların peşindedir. Annemizle yaşadığımız cennet günlerini arar dururuz. Başkalarının bizi annemiz kadar sevdiğinden emin olmak isteriz. Ama ne cenneti bulabiliriz ne de sevildiğimizden emin olabiliriz. Aşk, bize cenneti ve emniyeti ararken çıkar gelir. Daha doğrusu biz annemizle yaşadığımız günlerin, yitik zamanların peşindeyken aslında aşka doğru gidiyoruzdur. Yolcu yolunu aradığını, hatta bulduğunu sanır ama yolcusunu bulan yoldur.
Tasavvuf da psikoterapi de, çok farklı gibi görünen bir söyleme sahip olmakla birlikte, insani varoluşun temel niteliği olarak “ayrılık” olgusunu görürler. Ayrılık acısına katlanabilmek için, sağlıklı sevgi yolları önerirler. Bu sağlıklı sevgi yolundan ilerlemek, insanın psikolojisini, kişiliğini, nefsini de olgunlaştırmanın biricik yoludur.
erolgoka@hotmail.com