Hayat ne kadar?

Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu
Kızım oğluma sessizce, "televizyonun sesini kıs, babam yazısını yazıyor" diyor, gülümsüyorum. Hayat istediklerimi yerine getirmeme pek izin vermedi gibime geliyor bu sabah.

İnsan hasta olduğunda arıyor en çok annesini. Koşulsuz şımarıklık yapabilmek için elbette. Geçen hafta iki günümü başımı yastıktan kaldıramayacak kadar hasta, yatakta geçirdim. Garip bir çaresizlik duygusu, kendini çocuk gibi hissetme, gözlerini açtığında anneni başucunda görme isteği... Özlemek... 


Başıma gelen can sıkıcı gıda zehirlenmesiyle kıyaslanamayacak kadar ağır bir hastalığı, İsviçre’de henüz Basel Psikiyatri Kliniği’nde çalışırken yaşamıştım. 16 gün boyunca kalp yoğun bakımda kaldım. Hayat beni sınamak istemişti o zamanlar. Hayatımla ne yapacağımı bilip bilmediğimle ilgili olarak sanırım. 

Basit bir üst solunum yolu enfeksiyonunun son günlerinde evde dinlenirken ve o zamanlar 2 ve 4 yaşında olan çocuklarımın evin içinde koşuşturmalarını izleyip ıhlamur içerek kendime gelmeye çalışırken, kalbimde bir şeylerin ters gitmeye başladığını fark ettim. Miyokardit, yani kalp kası iltihaplanması tanısıyla kendi çalıştığım üniversite hastanesinin kalp yoğun bakımında 90 yaş civarı İsviçreli hastalarla birlikte hayata tutunmaya çalıştım. İsviçre’deki rahat ve huzurlu hayatımı sorgulama fırsatı da verdi bana bu hastalık... 

20\'li yaşlarımda, önümde sonsuz uzandığını var saydığım bilimsel hayatımdaki idealim Prof. Dr. Esat Eşkazan’dı. Hem farmakolog, hem de nörolog olan bu önemli bilim insanı, haftanın 4 günü epilepsi hastalarını tedavi etmeye çalışıyor, bir gün de deney hayvanlarında epilepsiyle ilgili çalışmalar yapıyordu. Ben de fizyoloji ihtisasım sırasında onu deneysel çalışmalarında asiste ediyor ve geleceğimi bir sinirbilimci ve psikiyatr olarak stres, depresyon ve anksiyete üzerine deneysel çalışmalar yapıp geri kalan zamanımı da üniversitede hasta tedavi ederek geçirmeyi hayal ediyordum. Hızla büyümek zorunda kaldım ve Türkiye\'deki hayat bana Eşkazan’ın neden çok az insan tarafından sevildiğini, bu kadar çok çalışmak isteyen birine üniversitede yer olmadığını gösterdi. 

Fizyoloji gibi tıbbın temelini oluşturan bir bilim dalında hiçbir şey yapmadığımızı o zamanki hocalarımın yüzüne söylemekten imtina etmeyen rektör adayı Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu’nun \'sayesinde\' Türkiye’nin bilim dünyasından uzaklaşıp İsviçre’de psikiyatri ihtisası yapmaya gittim. Anlaşılan aslında hâlâ yeterince büyümemiş olmalıyım ki, arzum 6 senelik psikiyatri ihtisasını bitirip İstanbul’a dönmek ve bir üniversite psikiyatri kliniğinde küçük bir niş edinip kendimi adayabileceğim bilimsel çalışmalarıma gömülebilmekti. 

Yıllar geçti. Bütün bu bilimsel çalışma arzularımı İsviçre’de doyurmaya başladığım gibi, Türkiye psikiyatri ihtisası sırasında edinebilme olanağı bulamayacağım bir psikoterapi deneyimi de kazandım. Ama miyokardit olana kadar tekrar İstanbul’a dönebilme yollarının bana gittikçe kapandığını düşünmeye de başlamıştım. Çünkü bırakın hem gündelik, hem de bilimsel hayatımın gittikçe Türkçe’den uzaklaşmasını, kısa ulusal kongre ziyaretlerim sırasında Türkiye’deki bilimsel dünyayı domine eden köşe taşlarının hemen tamamının kendi narsistik dünyalarına gömüldüklerini ve birkaç istisna dışında hepsinin bilimsel yeterliliklerini neredeyse daha çok para kazanmak için suistimal ettiklerini de görüyordum. İsviçre’nin güvenli ortamı da belirsizliklerden duyduğum kaygıyı gittikçe arttırıyor, beni Türkiye’ye dönme fikrinden daha çok uzaklaştırıyordu.

Ta ki geçirdiğim miyokardit nedeniyle yatmak zorunda kaldığım klinikte, tekrar Türkçe hayal kurmaya ve düşünmeye başlayana kadar. Almanca ölmek istemiyordum, gelecekte çocuklarımla Türkçe konuşabilmek, kızdığımda onlara, dedemin bana sevgiyle söylediği gibi, Türkçe ‘kerhaneci’ diyebilmek, sabah uyandığımda Ren nehrine değil Boğaz’ın sularına bakabilmek istiyordum. 

Risk aldım ve beni burada ne beklediğini bilmeden geri geldim. Belki de hayatlarını değiştirmekte zorlanan danışanlarımı en çok, ne olursa olsun risk almak konusunda zorluyorum, biraz da psikoterapist yansızlığımı zorlayarak.

Bugün (Cumartesi) İstanbul’da hava kapalı, sabah Boğaz’ın Kandilli’de açtığı minik koya biraz zorlanarak geldi, öyle ki sular koyu lacivertten vazgeçemiyor bir türlü. Çocuklar televizyonda çizgi film izliyorlar. Kızım oğluma sessizce, “televizyonun sesini kıs, babam yazısını yazıyor” diyor, gülümsüyorum. Hayat istediklerimi yerine getirmeme pek izin vermedi gibime geliyor bu sabah. Belki hasta yatarken annem çok uzakta olduğu içindir bu kötümserliğim. Bilmiyorum... 

Belki de hayat, yalnızca bu kadardır.

Kaynak: Radikal 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.