Madagaskarlı Fransia’nin, ‘Parluğğa Fransé?’ sorusunu Arapça olarak ‘La arefe Fransi’ diye yanıtlamam üzerine Fransia kibarca gülümsüyor. Bazı bazı derste yardım almaya çalışıyor ama ancak Arapça ders kitabındaki heceleri okuyarak yardımcı olabiliyorum, bunun dışında iletişimi sürdüren başkaca bir bahane la mevcut. Fransia benim neden kendisine bunca mesafeli durduğumu anlamlandırabilmiş değil. Soğuk bir insan gibi durmadığımı, zaman zaman ince esprilerle sınıftakileri güldürdüğümü görüyor ve ama sorduğu sorulara cevap verirken zat-ı şahanelerinin gözlerine bakmadığım için,
‘Yahu bu Türkler ne de kibirli insanlarmış öyle’ ‘Adam kendisini Osmanlı padişahı zannediyor herhalde’ veya ‘Arapçayı yüzeysel okuduğu için ben biliyorum havalarında mı takılıyor acaba?’ diye düşünüyor olmalı. Arapça sesleri telaffuz etmede çok ama cidden çok zorlanıyor. Ama henüz kursu bırakmadı ve anladığım kadarıyla evde de Arapça çalışıyor. Kursun ilk günlerinden beri ağır çekimle de olsa şaşırtan bir azimle Arapça öğrenmeye çalışıyor.
Sınıfın yarıdan fazlası Avrupa ve Balkan ülkelerinden gelen yabancılarla dolu. İtalyan Donatella, Sırbistan’lı Jacklina, henüz oldukça genç olan, sempatik duruşu ve dağınık saçlarıyla insanoğlunda yanaklarını sıkma isteği uyandıran üniversite öğrencisi Filipinli John, Zimbabveli Henry, Tunuslu Aicha, Gineli Cibril ve yan yana oturduğumuz Nijeryalı classmate’im ve müslim kardeşim Rizwan. Adlarını öğrenebildiklerim dışında yine her biri farklı bir kıtadan olan yirminin üstünde Arapça öğrencisi adayı var. Maatteessüf sınıfta biri diğeriyle konuşurken daha çok İngilizce konuşuyor ve galiba bu durum bir an önce Arapça konuşmamızı olumsuz yönde etkileyecek.
İstiklal Caddesi’nde Fransızca eğitimi veren Fransız Kültür Merkezi veya Aksaray’da İngilizce kursu veren adı yazılmayası kurstaki gibi daha çok sosyalleşme ve iletişim kurma işlevi gören bir kursta olmadığımız için sınıfta kimse bir diğeriyle tanışmıyor. Ve sınıf arkadaşlarımızın adlarını ancak Arapça muallimimiz Cuma’nın kimi zaman çağırmasıyla öğrenebiliyoruz.
Doğası gereği kursta ilk olarak öğretilen ve üzerinde uzun süre durulan konu Arap Alfabesinin yazılışını öğretmek. (Gerçi Arap abecesi olarak bildiğimiz yazı sistemi de Hintlilerden Araplara geçmiş ya, biz öyle bileyoz işte!’) Bir de Arap dili Kur’an’da olduğu gibi harekeli kullanılmadığı için sözcükleri tek tek bilmek gerekiyor. Öğrenme sürecinde her şey hareke ile başlıyor ama konuşulan, canlı Arapça’da harfleri ‘a’ ,‘i’,’u’ gibi sesli harflerle uzatmak için kullanılan hareke’ler var olmadığı için okumayı sökmek uzun süre alıyor.
Eğitimi üç yıl süren bu Arapça kursu bitirdiğinizde Arapça konuşmayı bilen biri olmanız bekleniyor. Burası Dava İslami adlı yarı resmi bir kurum. Ta Senusilere uzanan bir geleneğin sürdürücüsü bu kursta eğitim görmek için herhangi bir ücret ödemeniz gerekmiyor. Üç yıllık bir Arapça eğitimi verilen kursta ileriki yıllarda isteyenlerin diğer bazı dini konularda da eğitimlerine devam edebildikleri söylentisi var!
Sizde de Tripoli’de söylenen çoğu şeyi söylenti, şayia veya bir tür şehir efsanesi olarak değerlendirme eğilimi var diyen okuyucuya, laf-ı güzaf olarak değerlendirse de, şunları hatırlatmak dilerim: ‘Okuma oranı Türkiye’den bile düşük olan bir ülkede duyduğunuz şeylere siz olsaydınız inanır mıydınız?
Hemen her gün bu kent veya ülke hakkında sürüyle iddialar ve genellemeler duymaktayım. Şu ana kadar doğru bulduğum tek şey ‘yarının, yarın ve sonrasındaki herhangi bir gün olduğu’ tecrübeyle sabitesidir. Hatta tecrübe hayatta yenilmiş kazıkların bileşkesidir diyecek kadar tecrübe!
……………
Yaptığım uyarıdan sonra, altında söyleyeni M. Kemal Atatürk imiş gibi ‘Gideceği limanın rotasını bilmeyen gemiye hiçbir rüzgârdan yardım gelmez’ vecizesinin yazılı olduğu levhayı dershane salonundan kaldıran cumhuriyet öğretmeni belki kendisinin olmayan bir eylemin sorumlusu olduğunu varsayacak kadar sorumluluk duygusu gelişmiş biriydi. Sonraki gün devam ettiğim sürücü kursunda o levhanın kaldırılmış olduğunu fark ettim ve daha sonraki hafta aynı levhanın yerinde bu kez kimlerin esaslı devrim yapamayacağı hakkında esaslı bir söz duruyordu. Oysa sırf kendisinin iddialarını doğrulamak için bu sözü M.Kemal’e atfedecek çokça psikolojik vaka vardı etrafımda.
İşte burada da sırf söylentilere kandığı ve duyduğu her şayiayı gerçekmiş gibi akideleştiren bolca insan var. Bir tek ‘Askerlik süresi kısalıyormuş’, ‘Savaş çıkarsa ilk bizi götürürler olum’ diyen Edirneli Sedat’ın ibretlik olsun diye yaymaya çalıştığı gri yalanlar yok. Onun dışında her türlü söylenti var. Örneğin son olarak bu ülkeye giriş yapan herkesin pasaportunda artık Arapça olarak kimlik bilgilerinin yazılması gerektiği şeklinde bir söylenti çıktı. İsterseniz Goo Gıl Amcadan sorarak bu söylentiyi de çek edip onaylayabilirsiniz. Teyit edin!
Yazının başlarında uydurduğum Sırp kökenli karakteri her görüşümde, ister istemez asrın katliamını hatırlayarak, çocuğunu yemek zorunda kalan annelerin halini düşünüyorum. 100.000 insanın öldürüldüğü bir katliamın yapıldığı milliyetten birini gördüğünüzde yapılan insanlık dışılığı hatırladığınızı bilse, konu kahramanı hatun incinmiş olur mu acaba?
İnsanı insana düşman yapan sebep nedir?
Hiç Sırp kökenli biriyle sohbet ettiniz mi?
Tayvan’da kedi eti yenir mi?
Bütün bunlar birer söylenti mi?