Görüntülü cep telefonu rüzgârının kaldırdığı toz bulutuna bakıyorum ve ‘İyi ki böyle bir karar vermişim’ diyorum. ‘Yoksa yeni sezonda televizyona çıkmadan, telefon ekranlarında yüzüm eskiyecekti!’
Yakınlarımın söylediğine göre, denizi görünce, yüzümde âdeta güller açıyormuş! Bugüne değin bir elimde ayna tutarak (!) diğer yandan da denize bakarak ifademde beliren değişiklikleri gözlemediğim için henüz bunu kanıtlayamadım; ama işin şakası bir yana gerçekten de çok seviyorum denizi, deniz kenarında oturup saatlerce rıhtımdaki dalgaları, ufuk çizgisini seyretmeyi…
Hani herkesin derdini, kederini dağıttığı bir yöntem vardır ya, benim de bu amaç için kullandığım en pratik yöntem, mümkün olduğunca denizle bütünleşebilmek ya da en kötü ihtimalle uzaktan bile olsa onu seyredebilmek!
Genelde en rahat olduğum pazar günlerini tercih ediyorum bunun için. Hem araba bağımlılığından kurtulmanın hem de sıkıntılarımı gidermenin yolunun ‘denizden’ geçtiğini fark ettiğimden beri sahil bölgelerini ziyaret eder oldum, boş zamanlarımda. Vapurda seyahat etmenin, ‘Karnımız aç! Ne olur bize yemek verin!’ dercesine yolcuların etrafında dolanan martılara doğru simit atmanın hazzına varmanın ardından, bırakmak pek kolay olmadı, bu alışkanlığımı.
Her hafta sonu olduğu gibi geçen pazar günü de küçük bir tura katıldım, İstanbul’da. Malum, hava günlük güneşlikti ,hâliyle vapurun içi tıklım tıklım doluydu. Daha vapura adımımı atar atmaz, kendimi düğün salonundaymış gibi hissettim! Şarkılar, türküler… Öyle curcuna vardı ki; küçücük vapurun içinde, bir ara ‘Bu gidişle denizin tadını çıkaramayacağım. Acaba burada bulunmakla hata mı yaptım?’ diye sormaktan kendimi alıkoyamadım.
Neyse, zar zor oturacak yer bulduktan sonra, başladım etrafımı gözlemlemeye, yanı başımdaki hoparlörden gelen yüksek volümlü müziğin eşliğinde! Bu esnada dikkatimi çeken en önemli nokta, vapurun hareket almasıyla birlikte, yolcuların can simidine sarılırcasına cep telefonlarına yönelmeleri oldu. Telefonu tutan kolları, omuz hizasında havada asılı, durmadan etraftaki yapıları çekip durdular, seyahat süresince. Kim bilir; belki yüzlerce fotoğraf kaydı girmiştir, telefonlarının belleklerine…
Biraz tuhaf bir benzetme olacak ama sanki kendileri için değil de telefonlarını ceplerinin dışına çıkartıp, onlara deniz yolculuğu yaptırmak için vapura binmiş gibilerdi! Etraflarını çepeçevre saran güzellikleri ‘görmek’ yerine ille de ‘görüntülemek’ uğruna, o anı yaşamadıklarını fark ettim, içinde bulundukları zaman diliminde. Çevrelerindeki olağanüstü manzaraya çıplak gözle bakmak ve gördüklerini bir bütün hâlinde algılayarak zihinlerine yerleştirmekten ziyade, o bütünün küçücük parçalarını, dijital ortama nakletmekten yana kullanıyorlardı, kişisel tercihlerini. Elbette onlara saygı duymam gerekirdi. Belki de hata, bendeydi; deniz ve manzaranın doyasıya seyri uğruna, cep telefonumu dahi kapatmayı göze almamalıydım…
Sahi ya! En son ne zaman fotoğraf çekmiştim, cep telefonumdan? Evet, evet hatırladım! Aylar öncesinde, arabamla yaptığım kazanın ardından sigorta şirketinin isteği üzerine, olayı ispat etmek için faydalanmıştım, cep telefonumdan. Bir daha da ilişiğim olmadı! Öyle ya; fotoğraf çekmek için fotoğraf makinesi vardı…
Haa! Bir de geçenlerde, telefonumu değiştirmek için gittiğim mağazanın yetkili görevlisi ile yaptığım görüşmede geçmişti, o konu. Dakikalar boyunca bana satmak istediği telefonun üstün özelliklerinden bahsettikten sonra, ne kadar iyi fotoğraf kalitesi olduğunu hatta kamerasıyla film bile çekilebileceğini iddia edince karşımdaki kişi, artık dayanamayarak ‘Bakın ben cep telefonumda bu tür fonksiyonların bulunmasını istemiyorum; sadece ve sadece en iyi biçimde iletişim kurmayı arzu ediyorum. Bana göre fotoğraf, fotoğraf makinesiyle çekilmeli; filmler de bu amaç doğrultusunda tasarlanan kameralar tarafından…’ diye müdahale etme ihtiyacında bulunmuştum.
Ama itiraf etmeliyim ki şu meşhur 3G meselesi, ilk kez gündeme geldiğinde, uzun süre kararsız kaldım, gündelik hayatımda bu teknolojiden faydalanma hususunda. Daha birçok özelliğin yanı sıra istediğim her an internete bağlanarak işlem yapabilme fikri oldukça cazip geldi başlarda.
Düşündüm, taşındım; bayileri gezdim, dolaştım ve en sonunda bilgisayara adapte edilen ‘internet bağlantı kartı’ almakla buldum çözümü. Böylelikle cep telefonunun çektiği her yerden, bilgisayarım da yanımda olduğu müddetçe internete bağlanabilecektim. Kararım kesindi! Cep telefonuna farklı anlamlar yüklemeyecektim. Zihnimi karıştırmayacaktım…
Şimdilerde ortalığı kasıp kavuran görüntülü cep telefonu rüzgârının kaldırdığı toz bulutuna uzaktan bakıyorum ve ‘İyi ki böyle bir karar vermişim’ diyorum. ‘Yoksa yeni sezonda daha televizyona çıkmadan, cep telefonu ekranlarında yüzüm eskiyecekti, neme lazım!’