Her şey o kadar hızlı ki... Şehrin koşuşturmasındaki gün hızlı,
ayaküstü ve bilgisayar başındaki masaüstü sohbetler hızlı, akşam
yemekleri hızlı, değişen gündem hızlı, teknoloji hızlı...
Bütün bunları sindirmek, hissetmek, düşünmek ve dinginlik için ayrılan
süre de hızlı ve de ne yazık ki az. Çünkü bilinçaltımıza işlemeye
çalışan o reklamdaki gibi " koş yoksa düşersin" iyi de nereye
koşuyorduk biz? Hatırlayan var mı? Sürekli koşuşturan ama nereye
ulaşmak istediğini çoktan unutmuş olan insanlar...
Masadaki sükuneti duyumsamayı özlemediniz mi?
Gün bitmiştir veya yeni başlamıştır. Usulca sandalyeni çeker ve masana
oturursun. Kendinle baş başasındır. Zihnin ve yüreğinle de. Akıp giden
zaman senindir. Kitabını açar okumaya başlarsın ya da defterine kendin
için birkaç satır karalarsın. Sadece kendi sesini duyar, kendi
harflerine bakarsın. Dününü , gününü , yaşamını kısaca bir gözden
geçirir ve sadece gülümsersin. Ruhunu dinler, dinginliğin ferahlatıcı
yeşilliğine uğrayıverirsin. Derin bir nefes alır bir kez daha
gülümsersin. Ne de çok zaman geçmiştir durgun sudaki yüzünün iz
düşümüne bakıp şaşırmayalı ve de ruhuna dokunmayalı.
Yaşamdaki bu sonsuz hızın seni senden uzaklaştırdığını, üretmenin
hazzından uzaklaşıp , tüketmenin zırhına büründüğünü kavrayıverirsin
masadaki sükunet hücrelerine temas ettikçe.
Çünkü düşmemek için koşuyorsundur oysa zaman zaman düşüp çimlerin
üstünde yuvarlanmak gerektiğini unutalı kaç zaman olmuştur.
Sükunet hücrelerine temas ettikçe anlarsın...