Örnuvl Ödegaard, Norveçli bir psikiyatrist. Daha çok hastalıkların yaygınlığıyla ilgili yayınlar yapmış birisi. Adının hâlâ psikiyatri dünyasında anılmasını sağlayan da Ödegaard’ın ABD’ye göç etmiş Norveçli göçmenlerle ilgili bir gözlemi. 1932 yılında yayınlanan bir makalede Ödegaard, Norveç kökenli göçmenlerde şizofreni sıklığının iki kat daha fazla olduğunu yayınladı. Kendisine göre bu yüksek oranın nedeni ne göçtü ne de göçmenlerin yaşadığı zorluklar. Göçmenlerin şizofreni için genetik bir yatkınlık taşıyanlardan oluştuğunu ve oranların da bu nedenle yüksek saptandığını öne sürdü. Uzun yıllar boyunca da Ödegaard’ın değerlendirmesinde önemli bir haklılık payı olduğu düşünüldü.
Ancak işler 1990lı yıllarda karışmaya başladı. Çünkü İngiltere’de yaşayan göçmenlerde şizofreni oranlarının İngilizlere göre 3-4 kat daha fazla olduğuna dair ardı ardına yayınlar çıkmaya başladı. İlginç olarak hastalık oranlarındaki artış tüm göçmen gruplarında değildi. Özellikle Afrika ve de Karayip kökenli olan zencilerde ciddi bir artış bildiriliyordu. Sonra 2005 yılında yayınlanan bir derleme makale göç ve şizofreni arasındaki ilişkinin bir kez daha gündeme gelmesine neden oldu. Çünkü derleme son 50 yıl içinde yapılmış tüm araştırmaları bir araya getiriyordu ve her etnik grup için ayrı değerlendirme yapıyordu.
Bu derlemeye göre göçle ilgili risk, şizofreni oranlarını bir tek Batı Avrupa’da yaşayan birinci kuşak göçmenlerde değil ikinci kuşak göçmenlerde de arttırmıştı. Hatta hemen hemen her araştırma, ikinci kuşaklardaki riski birinci kuşak göçmenlere göre çok daha yüksek bildirmişti. Yani bilimsel kaynaklar göç eden bir ailenin çocuklarının şizofreni için ebeveynlerine göre daha fazla risk altında olduğuna işaret ediyordu.
Ayrıca bulgularda etnik bir ayrım da söz konusuydu. Buna göre her göçmen grubu aynı risk ile karşı karşıya değildi. İngiltere’de Afro-karayip kökenliler, İskandinav ülkelerinde Orta-Doğu kökenliler ve Hollanda’da ise Faslılar risk altında olan göçmen grupları olarak öne çıkıyordu. Örneğin göç ve şizofreni arasında İngiltere’de yaşayan Pakistan kökenliler, Hollanda’da yaşayan Türkiye kökenliler ve İskandinav ülkelerinde yaşayan Doğu Avrupa kökenliler için artmış risk bildirilmemişti ya da daha düşük bir risk söz konusuydu.
Derlemenin yazarları söz konusu bulguları üç farklı biçimde yorumladılar: Öncelikle Ödegaard’ın adıyla anılan seçilime dayalı göç varsayımının geçersiz olduğunu ya da bu varsayımın gözlenen farkların çok küçük bir bölümünü açıklayabileceğini belirttiler. Yazarlara göre göçmen gruplarında şizofreninin yüksek olmasını tek bir genetik ya da biyolojik etkenle açıklamak çok yetersizdi. İkinci olarak ise göçle ilgili bazı tanımsız etkenlerin göçmenlerde şizofreni sıklığını arttırdığını belirttiler. Söz konusu belirsiz etkenlerin göç stresi, yoksulluk, madde kullanımı, göç süreci nedeniyle eğitim sürecinin aksaması, işsizlik, gelir yetersizliği olabileceğini öne sürdüler. Üçüncü olarak ise olası bir etkenin de ayrımcılık ve kaybeden konumunda olmak olabileceğini öne sürdüler. Aynı yazarlar daha sonraki makalelerinde, uzun süre boyunca ayrımcılığa maruz kalma ve kaybeden konumunda olma ile şizofreni belirtilerinin başlaması arasındaki olası ilişkileri hastalığın doğasıyla ilgili bir varsayıma da dönüştürdüler.
Aynı dönemde göçmenlerle ilgili farklı birikmeye devam etti. İngiltere ve Hollanda’da yapılan araştırmalar göçmenlerin bir arada yaşadığı, yerleşim biriminin daha çok göçmenlerden oluştuğu mahallelerde daha az şizofreni oranı olduğunu bildirdi. Araştırmacılar söz konusu sonuçları “şizofrenide etnik yoğunluk etkisi” olarak isimlendirdiler. Bu etkiye göre olasılıkla göçmenlerin iç içe yaşamaları daha az ayrımcılık yaşamalarını ve daha çok dayanışabilmelerini sağlıyor. Daha az ayrımcılık ve daha çok dayanışma ise göçmen konumunda olmanın getirdiği riskleri dengeliyor.
Bilimsel kaynaklarda yer alan diğer bazı bulgular ayrımcılık ve şizofreni arasında nedensel bir ilişki olabileceğine işaret ediyor. İlk bulgu algılanan ayrımcılık düzeyi ile ilgili. Yine aynı ülkelerde yapılan araştırmalar daha yüksek şizofreni oranları saptanan gruplarda (İngiltere’de zenciler, Hollanda’da Faslılar) öznel (kişinin gündelik hayatta uğradığını düşündüğü) ya da kurumsal (etnik grup üyelerine karşı resmi ya da gayri resmi olarak varolduğu düşünülen) ayrımcılık bildiriminin daha yüksek olduğunu saptadı. Bir diğer araştırma ise algılanan ayrımcılığın başlangıçta sağlıklı olan kişilerde daha sonraki yıllarda psikotik belirtilerin ortaya çıkmasını öngördüğünü bildirdi.
Diğer yandan etnik ayrımcılığa maruz kalma etnik köken ile fazla özdeşleşmeye ve göç edilen toplumdan uzaklaşmaya (kaynaşamamaya) neden olabilir. Yine aynı ülkelerdeki araştırmalar etnik özdeşimin yüksek olduğu gruplarda şizofreni sıklığının da yüksek seyrettiğini bildirdi. Bu bulgular, şizofreni sıklığının ikinci kuşak göçmenlerde neden daha yüksek çıktığını anlamamıza da yardımcı olmaktadır. Muhtemelen uzun süreli ayrımcılık, dışlanma ve tepkisel özdeşim biçimindeki etnik karşı karşıya gelişler göç etmiş grupların kronik bir toplumsal stres etkenine maruz kalmasına neden oluyor. Çocukluk çağından itibaren yaşanan ayrımcılık deneyimleri, psikotik belirtilerin gelişmesine neden olan bazı düşünce biçimlerinin (“insanlara güvenilmez”, “sen onlardan farklısın”, “sana bakıyorlar”, “sana gülüyorlar” gibi) kalıplaşmasına yol açıyor.
Ancak göç ve şizofreni arasındaki ilişkide ayrımcılık bir ara uğrak da olabilir. Farklı hastalıklar üzerine yapılmış farklı araştırmalar da göçmen gruplarında enfeksiyon hastalıklarının, beslenme bozukluklarının da daha yüksek olduğunu bildirmektedir. Bu nedenle uzun süreli zorluklar yaşayan göçmen gruplarında genel bir sağlıksızlık tablosunun ortaya çıktığı ve şizofreninin de bu nedenle daha yüksek saptandığı düşünülebilir. Gelir düşüklüğü, sosyal güvencesizlik, yoksulluk, barınma sorunu gibi durumları toplumsal eşitsizlikler başlığı altında toplayacak olursak aslında eşitsizliklerin göçmen gruplarında yoğunlaştığına dair bulgular da bulunmaktadır.
İşte bu tür karmaşık bulguları aydınlatabilecek farklı bir araştırmanın sonuçları 2006 yılında yayınlandı. Kısa adı AESOP olan araştırma çerçevesinde İngiltere’de yer alan üç farklı şehirde (göçmenlerin yoğunlukta olduğu Güney Londra, Nottingam ve Bristol) sağlık kurumlarına şizofreni ya da benzer bir psikoz tablosu için ilk kez başvuranları kaydetmeye ve ayrıntılı biçimde takip etmeye başladılar. Sonuçlar iki açıdan çarpıcıydı. İlk atak şizofreni için başvuru, İngilizlere göre Afro-karayip kökenli göçmelerde 9 kat ve Afrika kökenlilerde ise 6 kat daha fazlaydı. Ayrıca saptanan yeni hastaların hemen hemen tamamı ikinci kuşak göçmenlerden oluşuyordu.
Bir diğer çarpıcı bulgu ise söz konusu gruplarda şizofreni sıklığını arttıran etkenlerle ilgiliydi. Çünkü araştırmanın bazı risk etkenleri gelir düşüklüğü, erken ebeveyn kaybı, aileden erken yaşta ayrı kalmak gibi son derece toplumsal özellikler taşımaktaydı. AESOP araştırması farklı biçimlerdeki toplumsal olumsuzlukların (ya da eşitsizliklerin), özellikle uzun süre boyunca maruz kalınması durumunda psikoz riskini arttırdığını ortaya koyması açısından da önemliydi. Araştırmadan çıkan bulgularla uzun süredir göç ve şizofreni alanında çalışan yazarlar, göçmen gruplarındaki yüksek oranları anlayabilmek için genetik, gelişimsel ve toplumsal boyutları olan bir varsayım da oluşturdular. Böylece Ödegaard’dan bu yana göçmenlerdeki yüksek psikoz oranlarını açıklayan genetik yatkınlık ya da seçilim varsayımı da yerini daha ayrıntılı ve kapsayıcı bir varsayıma bırakmış oldu.
Söz konusu bulguların Türkiye gibi göçün yerleşik bir yaşam biçimi olduğu bir ülkede nasıl yansımaları olabilir? Bilimsel kaynaklardaki olası kanıtlara bakılacak olursa sağlıksızlık durumları ve özellikle şizofreninin de içinde yer aldığı psikotik bozukluklar etnik ayrımcılığın ve toplumsal eşitsizliklerin önemli rol oynadığı bir sürecin sonunda ortaya çıkıyor. Örneğin mübadele nedeniyle yer değiştirmiş binlerce ailenin Türkiye’de doğmuş ikinci kuşaklarında hangi hastalıkların daha yüksek olduğu (ve özel olarak da psikotik bozukluklar) araştırılabilirdi. Ya da 1960'lardan 2000'lere kadar İç Anadolu kırsalından kentlere yığılan yoksullarda hangi eşitsizlik göstergelerinin hastalık oranlarını yükselttiği araştırılabilirdi. Ya da Türkler ve Kürtler arasında gittikçe artan etnik ayrımcılığın ve de yükselen etnik özdeşimin toplumumuzu nasıl etkilediği de araştırılabilirdi. Ayrıca psikotik bozuklukların ortaya çıkışında etnik ayrımcılığın mı yoksa toplumsal eşitsizliklerin mi daha önemli olduğuna dair bilgi de sağlanabilirdi. Belki ayrımcılık ve eşitsizlik kol kola girmiş, her ikisi de Türkiye’nin sağlığını bozmaktadır. Kim bilir?
Not: Yazıda anılan bilimsel yayınlara (ki tamamı İngilizce) yazı içinde verilen bağlantılardan ücretsiz olarak ulaşılabilir.
Kaynak: sol.org.tr