HİDAYET ŞEVKATLİ TUKSAL / STAR
Özürlülerle ilgili olarak yapılan son düzenlemeler, Başbakanlık Özürlüler İdaresi’nin kurulduğu ilk yıllarda aldığı inisiyatif ve attığı cesaretli adımları aratmaktadır; zira, şu anda ortada böyle bir irade hissedilmemektedir. Engellilerle ilgili alanda var olduğu ileri sürülen kirliliğin çaresi, ancak etkili rehberlik ve denetim yoluyla üretilebilir.
DÜNYAYA engelli/özürlü bir birey olarak gelmenin ya da yaşamın bir döneminde geçirilen bir kaza sonucunda engelli hale gelmenin pek çok zorlukları vardır. Öncelikle farklı ve diğer bireylere göre çok daha fazla ihtiyaç sahibi bir insandır engelli birey. Doğuştan gelen engellilik olgusu, ailenin suçluluk ya da utanç duymasına ve bu yüzden engelli bireyi kabullenme konusunda sıkıntılar yaşamasına yol açabilir. Bu sorunu aşma bakımından şanslı bir engelli ise, toplumun, çevre ve ulaşım şartlarının çıkardığı zorluklarla karşılaşır.
Nitekim bu zorluklar sebebiyle ülkemizde on yıl öncesine kadar pek çok engelli bireyin neredeyse evde hapis halinde bir yaşam sürdürdüğü bilinen bir gerçektir.
Engelli bireylerin diğer insanlar gibi, eşit ve özgür bireyler olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri; sağlık, eğitim, rehabilitasyon hizmetlerinden yeterince yararlanabilmeleri ve yaşam kalitelerini arttırabilmeleri, yoğun olarak 70’li yılların sonlarına doğru uluslararası çalışmaların ve metinlerin gündemine girmiştir. O yıllardan bu yana da, engellilik alanı pek çok çalışmaya, projeye, kurumsallaşmaya ve gelişmeye sahne olmuştur. Bu gelişmelerden ülkemiz engellileri de hem ilgili literatürün ve akademik alanın gelişmesi, hem önemli yasal düzenlemelerin yapılması ve bu alandan sorumlu bir kurumun- Başbakanlık Özürlüler İdaresi- kurulması, hem de sağlık, eğitim ve rehabilitasyon alanında imkanların artması anlamında yarar görmüştür, görmeye devam etmektedir.
Suistimale tedbir
Bu anlamda 1 Temmuz 2005’te çıkarılan Özürlüler Yasası Türkiye’de bir milat hükmündedir. Bu yasayla devlet özürlülüğün önlenmesinden, özürlülerin sağlık, eğitim, rehabilitasyon, istihdam, bakım ve sosyal güvenliğine ilişkin sorunlarının çözümüne kadar geniş bir alanda sorumluluk üstlenerek ‘sosyal devlet olma’ ilkesine yaraşır adımlar atmıştır.
Bu yasanın en somut sonuçlarından biri, ülkemizde yaklaşık iki milyon olarak tahmin edilen okul çağındaki engelli bireylerin yüz altmış bin kadarının, sayıları bin beş yüze yaklaşan Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleri aracılığıyla hizmet almaya başlamalarıdır.
Daha önceleri özel eğitim ve rehabilitasyon hizmeti için sadece Emekli Sandığı ve SSK’nın ödeme yapması sebebiyle, çok az sayıda birey bu hizmetlerden yararlanabilirken, yeni düzenlemeyle sosyal güvencesine bakılmaksızın bütün engelli bireylerin bu hizmetlerden yararlandırılmasına ilişkin karar, hem özel teşebbüsü hem de engelli ailelerini harekete geçirmiştir.
Yeni kurumlar açılmaya başlanmış, alanda hem hizmet kapasitesi hem de dedikodular artmıştır. Bazı merkezlerin suiistimal ve yolsuzluk haberleri zaman zaman medyada yer almış, engelliler üzerinden yapıldığı iddia edilen bu sömürü, yetkilileri ‘bağcı dövme’ babında radikal önlemler alma raddesine getirmiştir. Ancak, bu radikal önlemler çok çeşitli açılardan tartışılmaya muhtaçtır.
Genelgeye düzeltme
Alandaki ilk düzenleme SHÇEK Kanunu hükümleri gereği izin almış olan Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinden 2007 sonuna kadar Millî Eğitim Bakanlığı’nca belirlenen hükümlere uygun olarak açılış izinlerini yenilmeleri talebidir. Kanundan sonra herhangi bir yönetmelik düzenlenmeden, genelge ve yazılarla biçimlendirilen bu süreçte, mevcut Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleri, standartlar, programlar, mevzuat ve personel açısından gerekli değişiklikleri yaparak MEB’e başvurmuş ve pek çoğunun başvuruları uygun bulunarak kabul edilmiş durumdadır. Ancak daha bu süreç bile tamamlanmadan Bakanlık 20 Kasım 2007 günü bir yazı ile kurumlara 10 gün süre tanıyarak, öğrencilerinin pek çoğunu kaybetmelerine, dolayısıyla istihdam ettikleri personelin de önemli bir kısmının işsiz kalmasına ve sonuçta bu kurumların pek çoğunun kapanmasına sebep olacak yeni düzenlemeleri haber vermiştir.
Üzerinde aylardır çalışıldığı, büyük bir titizlikle hazırlandığı iddia edilen yeni genelgenin, yasaya aykırı maddeler içeriyor olması, titizlik iddiasına önemli ölçüde gölge düşürmüştür.
Nitekim Bakanlık bu titiz genelgeden sadece 2 gün sonra yayımladığı düzeltme yazısıyla, Engelliler Kanunu’na aykırılığı bir bakışta anlaşılan 14. maddeyi geri çekmiş, genelgenin yürürlüğe girme süresini de Aralık sonuna kadar uzatmıştır.
Ancak bu süre tamamlanmadan Özel Eğitim Kurumları Derneği’nin açtığı dava ile yürütme, Bakanlığın savunması alınıp yeni bir karar verilinceye kadar durdurulmuştur. Davanın nasıl sonuçlanacağı henüz belli değildir ancak bu vesile ile alandaki sorunlara ve bunların çözümlerine ilişkin pek çok görüş ortaya atılmakta ve tartışılmaktadır. Şimdi bu tartışmalara kısaca bir göz atalım:
Öncelikle engelli bireylerin sorunları ile ilgili en önemli taraf engelli bireylerin aileleridir. Çünkü engelli bireylere genellikle aileleri bakmakta, sıkıntılarını aileleri göğüslemekte, sorunlarını da en iyi onlar bilmektedirler. Engellilere yönelik sivil toplum kuruluşlarını oluşturanlar da çoğunlukla ailelerdir. Bütün dünyada engellilerin, toplumun sırtına binmiş gereksiz yükler ya da acınası zavallılar olarak görülmeleri anlayışlarıyla savaşan bu kuruluşlar; engellilerin fiziksel çevrede yapılacak çeşitli düzenlemelerle ve devlet tarafından sağlanacak sosyal ve ekonomik haklarla, diğer insanlar gibi ‘bağımsız, kendini idare edebilen, eşit’ yurttaşlar olarak var olması için uğraş vermektedirler.
Engellilerin aileleri de engelli
Bu yüzden Engelliler Yasası’nın Genel Esaslar Bölümü’nde açıkça düzenlendiği şekliyle ‘Özürlülere yönelik olarak alınacak kararlarda ve verilecek hizmetlerde özürlülerin, ailelerinin ve gönüllü kuruluşların katılımı sağlanır’ maddesine yer verilmiştir. Ancak, ülkemizde engellilerle ilgili sorumluluğun tepe noktasında bulunan Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı’nın, yasanın bu maddesine işlerlik kazandırmak üzere nasıl bir mekanizma oluşturduğu bilinmemektedir.
Özürlülerle ilgili olarak yapılan düzenlemelerde ya da yeni gelişmelerin izlenmesinde, bizzat engelli bireyler, aileler ve gönüllü kuruluşlarla hangi yöntemle ve ne sıklıkta görüş alış verişinde bulunulduğu; bu kesimden gelen talep, görüş ve itirazların hangi esaslar doğrultusunda dikkate alınıp değerlendirildiği belli değildir.
Bu anlamda üzülerek belirtmek gerekir ki, Başbakanlık Özürlüler İdaresinin kurulduğu ilk yıllarda aldığı inisiyatif ve attığı cesaretli adımlar bu gün özlemle hatırlanmaktadır; zira, şu anda ortada böyle bir irade hissedilmemektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın özellikle engelli çocukların eğitimine yönelik olarak yeni politikalar belirlemeye çalıştığı bir süreçten geçiyoruz. Bu süreçte Bakanlığın aldığı kararlarda, çocuğun özrüne yönelik daha fazla eğitimin desteklenmesinden çok, yaşanan işleyiş ve sistem sorunundan dolayı eğitimi kısıtlayıcı, ‘rehabilitasyon’ hizmetini önemsizleştirici bir yaklaşım görülmektedir.
Bakanlık, engel türü ne olursa olsun, bütün engelli çocukların/bireylerin ‘okullarda’ eğitim almasını savunur bir pozisyondadır. Ancak konu ile ilgili olanların çok yakından bildikleri, gözledikleri bir gerçek vardır ki, şu anda resmi ve özel eğitim kurumları hem kapasite hem de işleyiş açısından, ihtiyacın ancak çok küçük bir kesimine cevap verebilecek durumdadırlar.
Ayrıca resmi okulların fiziki şartları yeni düzenlemeler açısından hiç de iç açıcı bir durumda değildir. Bir örnek vermek gerekirse, Özel Eğitim Hizmetleri Yönetmeliğinin 23. maddesine göre, kaynaştırmayla eğitimlerine devam etmesine karar verilmiş engelli bireylerin sınıflarında, öğrenim kademesine göre değişmek koşuluyla öğrenci sayısında belirli sınırlamaların yapılması gerekmektedir.
Fiziki şartlar çok yetersiz
Bu sınırlamalara göre, okul öncesi eğitim kurumlarında, özel eğitime ihtiyacı bulunan iki birey/çocuğun bulunması halinde sınıf mevcudunun 10, bir bireyin/çocuğun bulunması halinde 20’yi geçmemesi; diğer kademelerde ise 2/25 - 1/35 öğrenciyi geçmeyecek şekilde düzenlenmesi hükmü bulunmaktadır.
Sadece bu hüküm bile, devlet okullarındaki kalabalık sınıflar sorununu yakından bilenler için, özel eğitim şartlarının sağlanmasındaki güçlüğü anlamamızı kolaylaştırmaktadır.
Özel eğitime ihtiyacı olan çocukların özel eğitimi için görevlendirilecek Milli Eğitim Bakanlığı kadrolarının, son zamanlarda gösterilen tüm çabalara rağmen oldukça sınırlı olduğu da bilinen bir gerçektir.
Halen ölçme, değerlendirme, raporlandırma görevlerini sürdüren Rehberlik Araştırma Merkezleri ile resmi özel eğitim okullarının bir kısmında, özel eğitim veren okul ve kurs statüsündeki kurumlarda bulunması gereken mecburi personelin bulunmadığı gözlenmektedir.
Bu yüzden devlet okullarında özel eğitim için yapılandırılmış bir model varmış gibi gösterilerek, bu yönde hizmet veren özel teşebbüs alanlarını sınırlandıracak ve engelleyecek düzenlemeler yapılması yerinde bir karar olarak gözükmemektedir.
Ayrıca söz konusu düzenlemeler yapılırken, konunun akademik alandaki uzmanları, hizmet sağlayan kurumlar, aileler ve gönüllü kuruluşlar ile gereken istişare ve işbirliğinin sağlanamamış olması da önemli bir eksikliktir. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ygulamaya konma aşamasında olan söz konusu yeni düzenlemeler kamuoyunda ve ilgili sitelerde hararetle tartışılmakta, bu tartışmalarda düzenlemelerle ilgili iki karşı tarafın varlığı ortaya çıkmaktadır: Birinci taraf, ‘mantar gibi çoğalması’ hayra yorulmayan ve yeni düzenlemelerle ‘dövülen bağcılar’ konumunda olan Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleridir.
Bu merkezler haklı olarak, MEB’e geçiş süreci içinde söz konusu düzenlemelerin neden düşünülmediğini ve bir yıldırım harekátı edasıyla 10 günlük bir süre içinde kotarılmaya çalışıldığı sorusuna bir cevap istemektedirler. Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinin dürüst çalışmadığı, engelli bireyleri ve aileleri suiistimal ettiği ve devleti dolandırdığı gibi iddiaların sürekli dillendirildiği bu süreçte, bu merkezleri denetleme görevini üstlenen MEB’in alandaki problemlerde hiç sorumluluğu yokmuş gibi davranması da ayrıca düşündürücüdür.
Rehberlik ve denetleme görevini hakkıyla yerine getirmeye azmetmiş bir kadronun bu yolsuzlukları tespit edip engellemesi son derece kolaydır.
MEB’in hiç mi suçu yok?
Özel eğitim alanında özverili ve dürüst bir şekilde çalışan, engelli bireylerin ve ailelerinin yaşadığı zorluk ve sıkıntıların hafifletilmesi için gayret gösteren pek çok kurum bu imajdan ve iddialardan aşırı derecede rahatsızdır ve Bakanlıktan denetim görevini layıkıyla yerine getirmesini beklemektedirler.
Tartışmanın bir diğer tarafı ise, yeni düzenlemelerle ‘kayırıldığı’ düşünülen Özel Eğitim Okulları yönetimleridir. MEB’in yeni yaklaşımı gereği Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerine gitmeleri engellenen öğrenciler, resmi ve özel statüde açılmış bulunan Özel Eğitim Okullarına yönlendirileceklerdir.
Daha önce belirttiğim gibi, bu okulların kapasiteleri henüz çok düşüktür ve 2008 Eylül’ünden önce yeni okulların açılıp öğretime başlaması imkánsızdır. Bu durumda birçok öğrencinin açıkta kalacağı ortadadır. Bunun yaratacağı hak kayıpları ve mağduriyetlerin yanı sıra, uygulamada, mevcut özel eğitim ve rehabilitasyon kurumları kapanma noktasına getirilirken, aslında şimdiye kadarki çalışma şekli itibarıyla bu merkezlerden hiçbir farkı olmayan özel eğitim okullarına öğrencilerin kaydırılması suretiyle bu kurumlara tam kapasite çalışma imkánı sağlanmış olacaktır.
Engelliler üzerinden lobicilik
Bu kurumlar, okul statüsünde oldukları için beş yıl boyunca gelir vergisinden muaf tutulan, ancak ağırlıklı olarak rehabilitasyon hizmeti veren ve aynen rehabilitasyon merkezleri gibi ‘seanslı eğitim’ faturası keserek devletten ücret alan kurumlar durumundadır.
Özel eğitim okulu olarak çalışmanın mali külfeti sebebiyle böyle bir yöntem izlemek zorunda kalmakta, onlar da yeni düzenlemelerin yapılmasını istemektedirler. Ancak uygulamada sektörün bir bölümü açıkça iflasa sürüklenirken, bir bölümü adeta kayırılmış olmaktadır.
MEB’in kendi resmi internet sitesinde yayımladığı bir yazıdan ve bu yazının sahibinin kimliğinden hareketle, Bakanlığın bu konuda mağdur edilenler ile diğer kesim arasında tarafsızlığını koruyamadığı, bir takım kişi ve lobilerin tesirinde kaldığı ve bunu izhar etmekten de çekinmediği izlenimini aldığımızı belirtmek zorundayız.
Sonuç olarak yargıya intikali kaçınılmaz olan bu sürecin sonucu ne olursa olsun, alandaki sorunların ve bunlara çare olarak düşünülen düzenlemelerin, ilgili taraflar arasında sağduyulu ve saygılı bir şekilde ele alınması ve engelli bireyler için en yüksek faydayı amaçlıyor olması gerekmektedir.
Alanda var olduğu ileri sürülen kirliliğin çaresi ancak etkili rehberlik ve denetim yoluyla üretilebilir. Rehberlik ve denetim görevini hakkıyla ifa etmek yerine sistemi çökertmek, MEB için bir başarı olmayacaktır.