Modernleşmenin gerçek yaşamdan koparıp sanal ilişkilere doğru değiştirdiği insan ve insanın değişen algısı gizemini koruyor. Sosyal paylaşım sitelerinde geçirilen ve günde 13-14 saate varan paylaşımların ne gibi bir gereksinimi giderdiği tam anlamıyla izah edilemiyor. PC başında neden durdukları sorusu cevap beklerken yada bu soruya uzmanlar cevap ararken bu durum, insanların orada 13-14 saat geçirdikleri gerçeğini değiştirmiyor. İşte Psikolog Özlem Kandemir Popüler Psikiyatri Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve aynı zamanda psikiyatri dünyasnın tanıdık simalarından Dr. Mustafa Güveli ile sosyal paylaşım sitelerini ve sanal ilişkileri konuştu. Çarpıcı röportajdaki ayrıntılar şöyle:
Özlem KANDEMİR / Özgün duruş
İnsan denilen canlı, daha dünyaya gözlerini açtığı ilk andan itibaren, birilerine sesini duyurma ve kendini anlatma çabasının içinde olan bir varlık. Birilerine sesimizi duyurmamız ve kendimizi anlatmamız o kadar önemli bir husus olmalı ki, bu ihtiyacın tatmini için bulabildiğimiz her fırsatı değerlendiriyoruz. Modern hayatın getirilerinden biri mi yoksa ruhumuza değen, sesimizi duyan kişileri gündelik hayatta bulmanın zorlaşmaya başlamasından mıdır bilinmez, İçimizi dökme ve kendimizi anlatma ihtiyacımıza deva olarak sosyal paylaşım siteleri imdadımıza yetişmiş durumdalar. Sosyal medya aracılığıyla, ilkokul arkadaşlarınızla yıllar sonra yeniden buluşabiliyor, eski arkadaşlarınızla hasret giderebiliyor, yeni arkadaşlıklar kurabiliyor ve en önemlisi de hayatınıza ve ruh halinize dair istediğiniz her şeyi yazabiliyorsunuz. Yani meydanın tamamen ziyaretçilere bırakıldığı bu siteler, bir nevi modern duvar yazısı işlevselliğinde bizlere kendimizi anlatma, anlattıkça açılma, açıldıkça daha da anlatma fırsatı sunuyorlar. Unutmayalım ki bu tarz iletişim araçları tamamen sanal diye tabir edilen dünya üzerinden bilgi akışını sağlıyorlar. İşte bu sanal dünyanın içinde; her yaptığınız etkinliği duyurmak, fotoğraf paylaşmak, paylaşımlarınıza her daim yorum ve beğeni beklemek nasıl bir psikolojik sürecin parçası olmaya başladı acaba? Sosyal paylaşımlarda bulunmak iyi güzel hoş da, iletişimde doğru sınırları çizmek ve reel hayatın mahremiyetine sanal ortamda halel getirmemek hususunda hassasiyet geliştirebilmek özel bir çaba gerektirir mi/gerektirmeli mi? Artık daha fazla sahne tutkumuz olduğunu ve daha fazla teşhirci bir kimlik edindiğimizin farkında değil miyiz yoksa? İşte bütün bu sorulara, biri psikolog biri psikiyatri uzmanı iki davranış bilimci, yoğun psikolojik analizlerin havada uçuştuğu bir sohbetle cevaplar aramaya çalıştık. Siz de bu soruların cevaplarını merak ediyorsanız, Popüler Psikiyatri dergisi editörü ve PEDAM’da görev yapan psikiyatri uzmanı Dr. Mustafa Güveli ile gerçekleştirdiğimiz bu sarsıcı sohbetin ayrıntılarına davetlisiniz.
Günümüzde Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinin kullanıcı sayısının bu kadar çok olması ve her geçen gün de artması çok dikkat çekici bir gelişme değil mi?
İşte bu durum insanların gerçek hayattaki sosyalleşmenin güçlüklerinden kaçmalarından kaynaklanıyor. Sosyal yaşamın bir parçası olabilmeniz için bir takım ekstralarınızın olması gerekir; insanları taşımanız, onların ağırlığını taşımanız gerekir, onlarla vakit geçirmeniz gerekir, emek vermeniz, verici olmanız gerekir ve bütün bunlar için elbette ekstra efor sarf etmeniz gerekir. Şimdi bilgisayarınızın başına oturup sadece tuşlara dokunmak kolaylığında birileriyle bir şeyler paylaşıyorsunuz. Bu çok daha kolay ve sıkıntısız bir sosyalleşme süreci.
Ne tür kişilik özelliklerine sahip olanlar sanal yoldan sosyalleşmeyi daha çok tercih ediyorlar?
Özellikle sosyal fobik hastaların bir çoğu, bu tür online ilişkilerle daha çok ilgilenen kişiler haline dönüşüveriyorlar. Sosyal fobi tanısı koyduğum bir çok hastaya mesleklerini sorduğumda, ya bilgisayar mühendisi ya da programcısı cevabı çok sık geliyor. Bilgisayarla çok fazla haşır neşir olan insanlar, var olan sosyal fobik çekirdeklerini daha da büyütüyorlar. Bu tipler, sanal alemden bakıldığında çok fazla sosyalmiş gibi görünseler de, aslında reel yaşamdan çok kopuk ve asosyal yaşıyorlar.
Gerçek hayatta belki 20 tane arkadaşı olmayan kişilerin, Facebook’ta 400-500 arkadaşı olduğunu görüyoruz. Birbirini hiç tanımayan insanlar artık bu sosyal sitelerde birbirlerinin arkadaşı oluyor ve kendi hayatlarına dair bir çok şeyi paylaşıyorlar.
Evet, gerçekte sosyal yaşantılarında başaramadıkları paylaşımları ya da yaşayamadıkları ilişkileri sanal bir şekilde tatmin etmeye çalışıyorlar.
Bu arada tanımadığınız insanların göz önünde hayatınıza ya da kendinize dair bir çok özel durumu da paylaşmış oluyorsunuz ama! Sadece sosyal paylaşım siteleri için değil, tv için de geçerli artık bu durum; örneğin insanlar tv’de evlilik programlarında kendilerine ait bir çok mahremi ortaya döküyor ve milyonların önünde eş seçmeye çalışıyor kendisine. Ne oldu bizim mahremiyet duygumuza?
Biz aslında kapıdan, pencereden bile bakmayıp başkasının hayatını gözetlememiz gerektiği düsturuna inandığımız bir kültürden geliyorken, şimdi bir röntgencilik ve teşhircilik kültürüne doğru gidiyoruz. Teşhircilik özellikle, çok revaçta artık. İnsanlar baksınlar, görsünler diye uğraşıyoruz. Biri Bizi Gözetliyor tarzı programları çok seyretmemizle, bu tarz programların çok reyting almasıyla başladı her şey. Bizler bir şekilde sanal yaşamın getirdiği rahatlığın, serbestliğin ve özgürlüğün sonucunda otokontrolümüzü de kaybetmeye başladık. Bilinçaltımızda yatan ya da idimizin dürtüklediği bazı şeyleri yaşamanın kolay yolunu bulmuşlar insanlar. Sosyal hayatta rahatlıkla sergileyemeyeceğiniz bir tavrı, sanal alemde çok daha rahat ortaya koyabiliyorsunuz. Bu ortamlardaki sohbetlerin daha 10. dakikasında mevzuyu hemen cinselliğe getirebiliyorsunuz. Üstelik sanal da bir kimliğiniz var ise, bu durumun hiçbir riski de yok. Yani süperegonun denetiminin ortadan kalkmasıyla, idin isteklerinin egoda hayat bulması bu sanal ortamda çok daha kolay.
Yani süperegonun fonksiyonu azalmaya ya da kaybolmaya mı başladı artık?
Süperegonun kontrol edilebilir bir parçası vardır; o da mahalle baskısıdır, gören olursa ne der düşüncesidir. Bu parça sanal alemde kaybolmuş oluyor, dolayısıyla da devreden çıkmış oluyor.
Ama süperegonun bir parçası da vicdan değil midir?
Öyledir ama vicdanı oluşturan da dindir, ahlaktır ve bir takım ahlaki kaygılardır. Bunları da hayatınızda minimalize ettiğinizde, vicdan nasıl oluşacak ki! Belki insanlar çok vicdansızlık etmiyorlar ama ortada teşhir edenler ve röntgenleyenler var ise, bu da bir arz-talep meselesi oluşturuyor. Bu bir şekilde nefsin tamamen serbest bırakılmasıyla alakalı bir süreç. Necip Fazıl’ın Erzurum’da yaşadığı bir olay üzerine söylediği bir sözü vardır: akşam kar kış kıyamet ve köydeki bütün köpekler üzerine yürüyor, yerden taş alıp atmak istiyor fakat taşlar donduğu için yerden koparıp alamıyor ve diyor ki: “Bu ne biçim memleket, bütün köpekler salınmış ve bütün taşlar yerlere çivilenmiş!” İşte hayatımız böyle bir hayat oldu günümüzde.
Günümüzde internet, hayatımızın tam da ortasına oturmuş durumda, interneti olmayan ev çok az sayıdadır sanırım. Aslında hayatımızı çok da kolaylaştıran bir şey internet.
Kesinlikle, doğru kullandığınızda çok faydalı bir şey internet. Aradığınız bir makaleyi bulmak için günlerce uğraşmıyorsunuz ya da banka işlemleriniz halletmek için saatlerce sıra beklemek yerine beş dakikada internet şubesi üzerinden işlemlerinizi halledebiliyorsunuz. Ancak internet kullanımının da bir süperegosu olmalı, çünkü sanal alem üzerinde çok kolay kaybedebileceğiniz bir çok imtihanla karşılaşmanız işten bile değil. İlaçları göz önüne lalım mesela, dozunda kullanırsanız eğer çok faydalıdır bu ilaçlar, sağaltıcıdır ancak dozunu ve amacını aşan bir şekilde kullanırsanız zararlarını görmeye başlarsınız.
Maddenin kötüye kullanımı olduğu gibi, internetin de kötüye kullanımı söz konusu yani?
Aynen öyle, madde bağımlılığında ya da kötüye kullanımında olduğu gibi işler süreç. İnternete giremediği gün, kendini rahatsız ve huzursuz hisseden kişiler var. Mesela her saat twit yazan insanlar var, gece gündüz günün her saatinde… Yazdıkları da çok ipe sapa gelir şeyler de değil üstelik.
Peki niye insanlar her anlarını ve yaptıkları her şeyi twitter üzerinden paylaşmak zorunda hissetmeye başladılar?
Bir çeşit teşhircilik söz konusu burada, çünkü insanlar onunla başka alanlarda ilgilenmiyorlar. Gerçek hayatta, sosyal dünyada kendini var edemiyor ve o da kendi varlığını ispatlamak ve beğenilir olduğunu görmek için sosyal medyayı kullanmaya başlıyor. İnsanoğlu ilgiye muhtaç, ilginin kulu kölesi bir varlık. Bu ilgiyi çekebilmek ve canlı tutabilmek için de devamlı günün her saatinde twit yazıyor ve hayatını teşhir ediyor. Bu teşhirden de zevk alıyor. Birey öncelikle kendi hayatını teşhir etmemekle mükelleftir, bunu yapmıyorsa bakana niye bakıyorsun deme hakkı olamaz!
İnternet ve sosyal medya kullanımını hayatımızda nasıl normalleştirebiliriz?
Önce anormalliğin tanımını yapmak lazım, herkes yapıyorsa normaldir mi diyeceğiz? Eğer tek amacınız bilgisayarın başında oturmaksa; günlük yaşamınız, meslek ve aile yaşantınız , sosyal yaşamdaki görevleriniz sekteye uğruyorsa o zaman kantarın topuzu kaçmaya başlıyor demektir. İnternet önemli bir ana araç günümüzde ama ana amaç haline gelmişse ciddi bir sıkıntınız vardır. Öyleyse bu konuda bir takım sınırlamalar getirmek gereklidir. Bu sınırlamalar kolayca konulamıyorsa gerekiyorsa profesyonel düzeyde yardım alınması da düşünülmelidir. Tamamen yasaklamak ya da hiç internete girmemek de çözüm değil, sağlıklı boyutta kullanmayı öğrenmek lazım. Ebeveynler çocukları için gerekli olan en uygun düzenlemeyi ve sınırları koymayı ihmal etmemeliler; bugün rahatça çocuğunuzu sokağa bırakamıyorsanız, evde bir odada internetin başına bir kanalizasyon çukuruna da bırakmamalısınız. En başta da kendi sınırlarımızı iyi çizmeli bu sınırlara da riayet etmeliyiz.
Toplumun kanaat önderleri ya da topluma ışık tutan kişiler olarak da bu konulardaki makul sınırları insanlara telkin etmek görevimiz olmalı; bireylere doğru mesajları iletmeliyiz. Çok şükür hala toplumumuzda süper egoyu ayağa kaldıracak ya da canlandıracak bir çok değer var; bu değerler üzeri tozlanmış olsa da, ufak bir silkelemeyle yeniden harekete geçirilebilir.