“İnsanın en ayırt edici özelliği onun bireyselliğidir. Onun gibi bir kişi dünyaya asla gelmemiştir ve bir daha da gelmeyecektir.” dediğinde Gordon ALLPORT aslında kişiliğin kendine has en güzel tanımlarından birini ortaya koymuştu.
Çok klasik olan bir ifade ile yola çıkmak ve ardından konuyu saptırmak istiyorum. Psikoloji ile ilgilenen herkes; insanların duygu, düşünce, algılama, tutum ve davranış bakımından farklılığının, onların kişiliğini belirlediğini bilir. Kişiliğin oluşumunda kişinin önceki yaşam deneyimlerine ait pek çok unsur bir araya gelir ve ortaya Allport’un ifade ettiği bireysellik çıkar.
Kişiliğin tanımına yönelik net bir uzlaşı hala psikoloji alanında sağlanmış değildir. Bu farklılığın çıkış noktası kişilik kuramcılarının ve kişilik psikologlarının konuya açıklık getirmek için üzerinde durduğu noktaların farklılığıdır. Herkes kendi kuramına temel oluşturan alandan bakarak bir açıklama yapıyor. Belki ideal olanı da budur. Onu bilmiyorum. Fakat kuramcıların hayat hikâyelerine ve geçmişine baktığınızda çok ilginç bir durumla karşılaşırsınız. Pek çoğu kendi hayatlarının yapısına göre bir kuram temellendirmişlerdi ve açıklamalarını bu temeller üzerinden yapmaktaydılar. Ben bunlardan dört tanesi üzerinde duracağım. İlgilenenler farklı kuramcıları da bu pencereden okuyabilir. Amacımız yazımıza konu olan kuramcıları suçüstü mantığıyla yakalamak değildir. Kuramcıların kendilerinden yola çıkarak hayata bakış mantığını kavrayıp, kendinize yönelik bir bakış açısı geliştirebilmenize katkı sağlamak .
Sigmund FREUD (1856-1939)
Nedenselliği merkeze alan ve her davranışın bir nedeni olduğunu kabul eden ilk objektif (?) psikoloji yaklaşımı. Freud’un aile içi ilişkilerine baktığınızda, pek de iyi olmadığını görürsünüz. Annesine yakınlık hisseden Freud babası ile soğuk ve mesafeli bir ilişki ancak kurabilmişti. Bu daha sonra kuramında “kişiliğin aile içi erken yaşantılardan nasıl etkilendiğinin, biçimlendiğinin ve iç dinamiğiyle nasıl işlev yaptığının” ele alınmasıyla sonuçlanacaktı. Babasının ilk evliliğinden birkaç çocuğu olmasına rağmen ikinci eşinden tek çocuğu vardır oda Freud’dur. Freud annesinin ilk çocuğu ve göz bebeğiydi. Annesi 21 yaşındayken dünyaya geldi. Babası ile annesinin yaş farkı, kendisinin annesi ile olan yaş farkından daha fazlaydı. Anneye olan bu düşkünlük ve özel hassasiyet geliştirmiş olduğu Ödip(Oedipu) kompleksi ile kuramda yerini alacak ve anneye olan yakınlığın bir yansıması olarak ifade edilecektir. Freud babası öldüğünde cenazesine geç kalarak katılmıştı. Bu davranışını daha sonra kuramının temellerini oluşturduğu dönemde bilinçaltı ile açıklayacaktır. İlerleyen yıllarda Freud’un kendi evliliğinde altı çocuğu oldu. En küçük çocuğu Anna Freud’du. Anna psikanaliz yolunda babasından bayrağı devraldı. Babasına olan yakınlığı ve babasının kalbindeki özel yeri pek çok kaynakta özellikle belirtilir. Bu ifadelerde elektra kompleksinin bir yansıması mıydı acaba?
Alfred ADLER(1870-1937)
Bireysel psikoloji ile kendi yolunu çizdiğinde ortaya koyduğu üstün olma çabası, ebeveynin etkisi ve doğum sırasının önemi alana yaptığı önemli katkılardır. Adler özünde hepimizin yaşama bir aşağılık duygusuyla başladığını söyler. Bu duyguyu gidermenin yolu üstünlük çabasını ortaya çıkarır. Adler’e göre nerdeyse yaptığımız her şey yaşamdaki engeller üzerinde bir üstünlük kurmak ve böylece aşağılık duygularımızdan kurtulmak üzere tasarlanmıştır. Adler çocukluğunu hastalıklar içerisinde geçirmiş, arkadaşları ve abisi ile dilediği gibi sokaklarda oynayamamış, abisinin gölgesinde bir çocukluk geçirmiş. Yaşanılan bu hastalıklı dönem annesinin özel ilgisini gerektirmişti. Daha sonradan bu dönemin etkisi ebeveynin etkisi olarak kuramdaki yerini alacaktı. Kardeşi doğduğunda annesinin ilgisini kaybetmesini ise “kendimi tahtından indirilmiş bir kral gibi hissettim” sözüyle ifade edecekti. Övgü ve eleştiriyi almak için aşırı çaba gösterir düşüncesini kuramının içine yerleştirmişti. Çünkü okuldaki başarısız öğrencilik dönemi ve babasının okuldan alma düşüncesi aşağılık duygusunu yoğun yaşamasına sebep olan yaşam tecrübeleriydi. Bu yüzden hayatta kendini ispatlamaya büyük ihtiyaç duydu. Kalmış olduğu matematik dersinden sınıfın en başarılısı olarak çıktı. Bu çabalar üstünlük çabasının ortaya konulması ile kuram olarak sonuçlandı. “Kişi, sürekli olarak kendini ispat etme çabasındadır” diyen Adler bunu kendi yaşamıyla örneklendiriyordu aslında. Bu pencereden baktığımızda Freud’la olan mücadelesi ve klasik psikanalizcilerden ayrılıp bireysel psikolojiyi kurması üstünlük çabasından mı kaynaklanıyordu acaba?
Carl Gustav JUNG (1875-1961)
Jung temellerini ortaya attığı kuramının doğrudan kendi deneyimlerinden ve kişilikle ilgili görüşlerinin kendi iç gözlemlerinden oluştuğunu açıkça ifade etmiştir. Gözlemlerine dayanarak bilinçdışının iki kaynağı olduğunu ifade etmiş be bunları kişisel ve kolektif bilinç dışı diye iki ayrı şekilde adlandırmıştır. Kişisel bilinç dışı, bireyin kişisel dürtü ve düşüncelerinin birikimiyle oluşurken, Kollektif bilinç dışı, içgüdüsel dürtüler, ilkel korkular, ırk yaşantıları ve inançlara dayalı duygu ve düşünce eğilimlerden oluşmaktadır. Bu ayrımı yaparken Jung’un çocukluğunda İsviçrede küçük bir kasabada yetiştiği, içe dönük bir çocuk olduğu e aklından geçenleri kimsenin anlayamayacağını düşündüğünü bizzat kendi ifadesinden öğreniyoruz. Görüşüne analitik teori demiştir. Kelime çağrışım testini kişiliğin gizli yönlerini analiz edebilmek için geliştirmiştir. Tıpkı çocukluğunda kendi yaptığı insan figürüyle saatlerce konuşan ve kendisinin başkası olduğunu düşünüp ikinci kişiliğini araması gibi. Jung’un kendini anlama isteği, çocuğun kişiler arası ilişkilerini ilk vurgulayanlardan olmasını sağlamıştır. Sanat eserleri, mitolojik temalar, dil ve rüyaların ve fantezilerin nevrozlarla ilişkisi üzerinde durmuştur. Bunları anlamlandırmak için yedi yıl boyunca kendi bilinç altının derinliklerini keşfetmeye çalışmış bu sürede değişik figürlerin kendisini ziyaret ettiğini aktaran Jung kollektif bilinçdışımızı süsleyen bir takım çok eski efsanevi hayallere kuramında yer vermiş ve bunlara Arketip adını vermiştir. Arketipler bir taraftan hayal ve rüyalarda kendini gösterirken, diğer taraftan da bilinçli davranışlara da yön vermekteydiler. Jung “Bana daha önce hiç düşünmediğim şeyler söylediler. Ancak konuşan kesinlikle ben değildim” derken kendi hayal alemini mi kuramına temel almıştı?
Eric ERİKSON (1902-1994)
Eriksona göre benliğin birinci işlevi bir kimlik duygusu oluşturmak ve bunu korumaktır. Bunun içindir ki kuramı benlik psikolojisi olarak anılır. Erikson’un yaşamına baktığımızda kimlik sorununu bu kadar yoğun yaşayan birinin böyle bir kuram temellendirmesini daha anlamlı buluyorum. Erikson gençlik yıllarına ilişkin yaptığı bir değerlendirmesinde “ erken yaşta sorunlarla yüzleşmek, insanda ciddi bir kimlik bunalımına yol açar” demiştir. Bu arada hepimizin bildiği ve sıklıkla kullandığı “kimlik bunalımı” kavramını ilk kullanan Erikson’dur. Babası o doğmadan evi terk etmişti. Annesi bir yahudiyle evlendi. Ergenlik çağına geldiğinde baba dediği kişinin babası olmadığını öğrendi ve bu gerçeği 68 yaşına kadar herkesten sakladı ve bu yaşananlar güvene karşı güvensizlik duygusu ile kuramının en önemli basamağını oluşturdu. Erikson kişilik gelişimini sekiz ayrı basamakta açıklarken kendi yaşam deneyimindeki sarsıntıları ve değişimleri hep göz önüne almak zorunda kaldı. Ailesinin tıp okuması isteğine ressam olmaya karar vererek cevap verdiğinde kimlik kazanmaya karşı yaşadığı rol karmaşası hayatının merkezindeydi. Erikson’a göre gelişim evrelerinde kişi bir sonraki basamağa geçerken bir karar verir ve alternatiflerden biri onun sağlıklı gelişim sürecine olumlu katkı yaparken diğer alternatif yapmaz,işte böyle bir anda soyadını Hombuger olarak değiştiren Erik, değişen kimlik duygusunu da böylece yansıtmış oldu.. “Okulda bir Yahudi iken evde Danimarkalı kimliği ile kendisine bakıldığını” ifade ettiğin de kimlik sıkıntısının arttığını görüyoruz. Hayatı hep ikili seçenekler arasında ve karar verme güçlüğüyle geçen Erikson hayatının son anına kadar mesleki gelişimini sürdürdü. Tıpkı kuramında ifade ettiği olgun yetişkinler gibi.