Günümüzde şehir ve ilçelerde büyüyen çocukların doğayla temas imkanları son derece kısıtlı. Çocuklarımız artık bitkileri, böcekleri, çiftlik hayvanlarını, kurbağaları, dereleri, sadece kitaplarda ya da televizyonda görüyor, yediklerinin nereden geldiği hakkında bile bir şey bilmiyorlar.
Ne yazık ki eğitim sistemimiz de kapalı mekanlarda, soyut kavramların öğretilmesine dayalı. Yeni kuşaklar için doğa giderek uzak ve soyut bir kavrama dönüşüyor.
Çocuklarımızın zamanlarının çoğunu kapalı mekanlarda, elektronik aletlerle geçirmesinin birçok fiziksel ve psikolojik rahatsızlığı (örneğin obezite, hiperaktivite, kaygı bozuklukları, depresyon, uyum sorunları, şiddet eğilimleri) tetikleyen ya da ağırlaştıran bir etken olduğu artık biliniyor. Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Doğasızlaşmanın çocuklarımıza bedeli çok ağır. Amerikalı araştırmacı yazar Richard Louv (2008) bu olguyu “doğa yoksunluğu sendromu” (”nature deficit disorder”) olarak tanımlıyor.
Aynı gerçeği pozitif yönden ifade edersek: Doğayla temas çocuklarımıza iyi geliyor:
Çünkü doğa çocuklarımızın fiziksel sağlığını geliştirir (Grahn ve arkadaşları, 1997)
Doğadaki etkinlikler çocuklarımızın yaratıcılığını geliştirir (Chawla 2002).
Doğayla temas, dikkat eksikliği-hiperaktivite sendromunu da içeren birçok rahatsızlığa karşı sağaltıcı etki gösterir (Kaplan ve Kaplan 1989, Grahn ve arkadaşları 1997, Wells 2000, Taylor, Kuo ve Sullivan 2001).
Doğadaki serbest etkinlikler çocukları stresten uzaklaştırır, sarsıcı deneyimler yaşamış çocuklar için psikolojik koruma sağlar (Wells 2000)
Doğa çocukların özgüvenini artırır, okuldaki başarılarını ve çevreleriyle uyumlarını destekler (American Institutes for Research, 2005, Louv 2008).
NTV