DERRİDA NEDEN ANLAŞIL(A)MIYOR

Bilal AÇIKBAŞ

Konukseverlik üzerinden Derrida düşüncesini anlamaya giriş

Fransız sömürgesi Cezayir’in el-Biar isimli banliyösünde dünyaya gelen düşünür, küçük yaşlarda iken peşine düştüğü futbolcu olma hayaliyle kötü bir ilk öğrenim dönemi geçirmiştir. Lise sınavlarında başarılı olamamış ve bir süre seyyar satıcılık (voyageur commis) yapan babasına yardım etmek zorunda kalmıştır. Ama talebelik ve haylazlıkla devam eden eğitim hayatında Rousseau, Nietzsche, Gide, Valery ve Camus gibi felsefeci ve edebiyatçıların metinleriyle bir şekilde karşılaşınca edebiyat ve felsefeye doğru yavaş yavaş kaymaya, kendini bu alanda yoğunlaştırmaya çabalamıştır.

Kısa bir süre bu çalışmalar Paris’in prestijli okullarından olan Ecolé Normale Supérieure’un kapılarını açacaktır. Önce bir gemi ve ardından trenle Paris’e yolculuk. Cezayir’deyken sadece kendi kasabalarının dışına birkaç saatlik mesafedeki şehirlere gidiyordu sadece. Cezayir’in dışına çıkışı bu şekilde olur ve aslında da kabuğunu yırttığı dönemdir genç Derrida’nın. Özel bir burs kazanır ve Cambridge ve Harvard Üniversitelerine dinleyici olarak katılır.

Artık Derrida için hareketli sayılabilecek bir yaşam başlamıştır. Hem bedensel olarak hem de zihinsel faaliyetler noktasında. Huserrl’in “geometri’nin kökenleri” adlı eserini uzun bir önsöz yazarak Fransızcaya çevirir…

Derrida’nın felsefesi bütünlüklü bir biçimde sunulamaz. Onun izleği, diğer filozofların metinleriyle girdiği ve çeşitli göndermeleri ve temaların iç içe girdiği tartışmalar bağlamında takip edildiğinde belki bir yerlere oturtulabilir. Metinlerin bir taraftan orijinal anlam ve çelişkilerine yönelik esaslı bir okuma sürecine girerek ve bunu temel alarak yorumsal bir yaklaşım biçimi vardır. Derrida’nın düşüncesindeki etik ilkeler aşkındır., ancak düşünür aşkınlığı Levinas’çı bir düzlemde şiddet olarak tanır ve aşkın olanın düzensiz bakış açısından sınanması gerektiğine inanır.

Nietzsche üzerine yoğunlaşır ve onun felsefesi üzerinden ve metinlerini yeniden yorumlayarak okuma sürecine girer. Filozofla girdiği bağıntı kendi felsefi ve zihinsel kaderini çizmesi bakımından önemlidir. Nietzsche ona Marksı da hatırlatmıştır aynı zamanda. Söz derrida’da asli bir unsurdur. Söz’ün ve dolaysıyle kelimenin kökenlerine doğru yaptığı yolcular neticesinde, Semantik veya etimolojiye duyduğu ilgi ve Varlık araştırması ya da nostalgia bağlamında Heidegger ile yolu birleşir ve ona göndermelerde bulunur. Aynı zamanda Rousseau’da doğanın rolüne. Fenomenolojik iz-sürümde Marleau Ponty’ye atıflarda bulunur. Fark, güç, istenç ve aşkınlık tanımlamalarında uslanmaz bir Nietzsche’cidir. Derrida’da, hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek Kant’çı bir düzenleyici ideal olarak etik mutlak ile etik durumların sınırsız çeşitliliği arasında ikilem vardır. Bu ikilem aynı zamanda şiddetlidir. Şiddet ve metafizik’te Levinas’tan gelen hayaletlerle çarpışır ve felsefi etikte kendisini Kant’a yaslar. Levinas’ta mutlakçılık olduğunu düşünür ki bu Derrida’ya hiç uymaz. Muğlaklıklar Vadisi’nin onulmaz bir bekçisidir o.

Derrida’nın felsefi etiğinde iki kavram vardır: konukseverlik ve dostluk. Felsefi etiğini bu iki kavram üzre inşa eder. Ve bu iki kavram yani etiğin inşa edildiği kaygılar siyasi bir toplulukla ilişkili olarak tartışılmaktadır düşünürde. Pürtüklü bir zeminde durmaktadır bunlar. Deleuze’cü bir pürtüklülük hem de. Hem göçebe hem de metropolün ve kozmopolitizm’in tam orta yerinde. Bağışlanamaz olanı bağışlama.

Konukseverlik ve Dostluk için Derrida “güncel ve siyasi bağlamda göçmenlerle ve onlara karşı nasıl davrandığımızla ilgilidir”* diyerek bir bakıma bu iki kavramın “oluş” sürecinde sınırlarını belirlemektedir.

Konukseverlik tartışması, ev sahibi mefhumunun muğlaklığını gösteren bir tartışmayla beraber yürütülür. Ev sahibi ya da mülk sahibinden başka biri olarak tanımlanması gerekmektedir. Ev sahibi ve düşmanlık arasındaki etimolojik ilşki, konuğu kaçınılmaz bir biçimde öteki olarak tanımlayan konukseverlik fikrini perçinler. Bu ötekilik ev sahibini tehdit eden düşmanın ötekiliği olabilir her zaman. Burada, Derrida’ya özgü bir biçimde, konukseverliğin hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacak ya da çözülemeyecek bir çelişkiye dayanan zorunlu imkansızlığı görülebilmektedir. Bu çelişkiye olumlayıcı bir çifte evet’le yaklaşılır. Bu çifte evet düşmanlığı ve konukseverlik ile düşmanlık arasındaki kurucu karşıtlığı yadsır: onun içindeki fark düşmanlığın karşı haline gelebilir.*

Konukseverlik soykütük bakımında Kant’ta tartışılmasının sebebi sömürgeciliktir. Kant’a göre sömürgecilik, konukseverlik yasalarını kötüye kullanmaktır. Çünkü sömürgecilik yabancı bir toprakta konukluk haklarının ötesine geçerek yenik bir halka egemenliğini dayatmaktır. Kant, kendi oluşturduğu ahlakî anlayış çerçevesinde konukseverlik kavramını izahatle tartışır ve kendi etiği çerçevesinde yasalarla konuyu analiz eder.

İşte tam da burada Derrida’nın yapıbozum/deconstruction tekniği devreye girer ve sömürgenin yerine “diaspora”, “konukseverlik”in yerine ise “Yahudilik” devreye girer. Bu giriş hayaletimsidir. Bilincin görüngübilimsel içeriğinin sonsuz muğlaklığa kapı aralaması gibi…buradaki görüntünün olumladığı bilinç, tümüyle kavradığı -(Kant’ta olduğu gibi) manalardan kopartılarak/yapıbozuma uğratılarak- içerikten farklı, kendimizi ve hezeyanlarımızı tutkularımızı yok etmeden ortadan kaldıramayacağımız bir biçimiyle kavranabilen bir başkalık içermektedir.

Dilbilimci  Emir İlkaydın; “Derrida’yı okurken kendimi yavaş yavaş öldürdüğümü o öldükten sonra anladım” diyordu.

Derrida’nın gönderme yaptığı veya işaret ettiği şeyleri tastamam anlayabilmek için Onun kavramları arasında ölmemiz gerektiğini bize gizliden gizliye anlatıyordu Derrida.

İşte burası dananın kuyruğunun koptuğu yer gibi algılanabilmektedir. Derrida izleğinde nerede durduğumuza dair bir ışık, bir ipucu, bir iz….

Derrida’nın yapıbozum/deconstruction kuramı “yıkarken inşa etmek” duvara tosluyordu bir bakıma.

Çünkü;

“bizi hem kendisini anlamaya davet ediyor –maniple edilmiş konukseverlik bağlamında- hem de bu çabaların neticesinde bizi öldürmeyi düşlüyordu filozof.

            Derrida’yı izleyenlerin yapması gerekenlerden biri de hiç kuşkusuz onun kullandığı dilin inceliklerine vakıf olabilmektir.

Filozofun hayatında Fransızca’ya duyduğu düşkünlük önemli bir yer tutmaktadır. Ona karşı kendisini sorumlu tutmaktadır.

Fransızca’yı. Fransızcanın mümbit arazilerinde dolaşırken, önüne çıkan her şeyi kışkırtıcı bir biçimde cevaplayan yahut savuşturan Derrida, gerçekte basit ama aslî bir şeyi de itiraf ediyordu.

“Beni ve hayatımı oluşturan şeyi nasıl seviyorsam, bunun kurucu unsuru olan Fransızca dilinin ta kendisini öyle seviyorum. Yazarken dille, sapkın bir biçimde ve biraz şiddetli bir biçimde çalışmamın nedeni işte budur. Sevgiden oluyor. Muhafazakarca bir sevgi değildir bu. Her dille her istediğinizi yapamazsınız, o bizden önce vardır ve bizden sonra da olacak. Dil üzerinde bir etkimiz olacaksa, bunu incelikli bir şekilde, saygısızlık ederken bile onun gizli yasasına saygı göstererek yapmamız gerekir. Sadakatsiz sadakat budur işte: fransızca’ya şiddet uyguladığımda, bunu, bu dilin hayatında, evriminde bir emir olarak gördüğümden yapıyorum. Fransızca tarihinde izler bırakmak; işte beni ilgilendiren bu. Fransa adına tutkum bu. En azından Fransızca’nın yüzyıllardır vücuda getirdiği şey adına tutkum bu. Bana öyle geliyor ki; bu dili hayatı sevdiğim gibi, hatta Fransız soylularının sevdiğinden bile daha çok seviyorsam, kendisine kucak açan Fransızca’yı kendisi için mümkün tek dil olarak benimsemiş bir yabancı olduğumdandır bu. Tutku ve aşırılık. Sahip olduğum tek dil var ve aynı zamanda o dil bana ait değil”.**

*-Stocker, Barry, Contradiction, Transcendence and Subjectivity İn Derrida’s Ethics

(Derrida Etiğinde Çelişki, Aşkınlık ve Öznellik)

**Gıovanna Barradori’nin Derrida ile “gerçek ve simgesel intiharlar” başlığı ile yaptığı söyleşiden…

 


Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.