Cumhuriyet'in dindar kadınları anlatıyor

Sosyolog yazar Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, yeni kitabı Cumhuriyet'in Dindar Kadınları'nda 1914 ile 1945 yılları arasında doğan, ilk üniversiteli ve çalışan olmanın yükünü taşıyan kadınlarla tanıştırıyor bizleri...

Hatice SAKA / Yenişafak


Fatma K. Barbarosoğlu, “Cumhuriyetin Dindar Kadınları” adlı kitabında Nuriye Çakmak, Behiye Temelli, Gülsen Ataseven, Nusret Safayhi, Hümeyra Ökten ve Münire Yarar gibi tarih sayfalarında yalnızca bir silüet olarak kalan kadınların hayat hikayesiyle tanıştırıyor okuyucuyu... 

Sosyolog yazar Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, yeni kitabı Cumhuriyet'in Dindar Kadınları'nda 1914 ile 1945 yılları arasında doğan, ilk üniversiteli ve çalışan olmanın yükünü taşıyan kadınlarla tanıştırıyor bizleri. “Okuduğunuzda hayatınız değişmeyecek ama hayatınıza bakışınız değişecek” sloganıyla yola çıkan Babarbarosoğlu, kitaptaki tüm kahramanlara tek tek ulaşıp, yedi yıl süren bir çalışmaya imza atmış. 'Kitabı okuyunca herkes kendisi kadar kabını genişletecek. Türkiye nereden nereye gelmiş diyecek. Ama bu mesafenin hem olumlu hem de olumsuz manada izinin sürülmesi gerekiyor.”diyen yazar, çoğumuzun daha önce adını bile duymadığı örnek kadınları taşıyor satırlarına.

'Cumhuriyetin Dindar Kadınları' adlı kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Bu kitap için sadece yazma kelimesini kullanmamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ben kitaptaki bütün kahramanlarımın önce izini sürdüm. Muhitlerini, ideallerini, geçmişlerini ve hallerini dostlarından dinledim.Sonra onlarla görüştüm.Sonra onların duygularını,hallerini harflerin gövdesinde bir metin olarak okuyucuya ulaştırmaya çalıştım.Yani önce yaşadım.Hem de bir hayli uzun yaşadım.Yaşarken görmüyoruz.Yaşarken görmediğimiz kıymetlerin arkasından ahlanıp vahlanıyoruz.İstedim ki tadımlık da olsa hem bu şahsiyetleri günümüzün insanına ulaştırabileyim hem de sosyolojik açıdan pek çok araştırmanın önünü açacak bir izlek oluşturayım.

“Cumhuriyet kadını” tanımlaması devrimin ardından kadınların taşıması gereken bir etiket olarak hafızlara kazındı. Osmanlı'nın terbiyesiyle yetişen, dindar kadınlar bu süreçte nasıl bir yol izlediler?

Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki kuşak dört tanığım var bu kuşağa dair. Yıllarca Fatih Medreselerinde ilim tahsil ettikten sonra medreselerin bir hükmü kalmayacak. Helal kazanmak için köye gidin alın teriniz ile geçinin tavsiyesine uyarak ilmiyenin kapısından Çiftçiliğin kapısına geçen Ahmet Hüsamettin Efendi'nin kızı Nuriye Çakmak hanım.Nuriye Çakmak'ın doğum tarihi 1914.İkinci örnek hayat Behiye Temelli'ye ait. Behiye Temelli'yi 2009 baharında kaybettik. İsmet İnönü'nün ağabeyi Ahmet Temelli'nin zevcesi idi.Behiye Temelli'nin babası Edirne halkı tarafından bisiklete bindiği,fenni arıcılık yaptığı için alafranga bulunan bir imam.Üçüncü örnek hayatım Safiye İzerdem'e ait. Konya'da kadrolu olarak Kuran kursu hocalığı yapan Safiye Hanım kızı üniversite çağına gelince İstanbul'a taşır evini. Kadrosunu İstanbul'a naklettirmek isteyince zengin akrabaları karşı çıkar.Bizim çocuklarımıza ders verirsin derler.Göztepe'den Bostancıya kadar ders verdiği evlerin çocuklarına yürüyerek gider gelir.Bir gün der ki ben sizin çocuklarınızın ayağına geleceğime siz bir mekan yapsanız da bütün çocuklar oraya gelse.Teklifi kabul görür ve Tüccar başı Kur'an kursu açılır.Dördüncü örnek hayata tanıklığım Nusret Safayhi üzerinden. Nusret Safayhi Yahya Efendi Dergahında medfun Nakşi şeyhi Abdülhay Efendi'nin torunun eşi. Felsefe tahsilini yarıda bırakmak zorunda kalmış bir hanım. Bu dört örnek Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kalan kuşağın meşreplerini temsil açısından çok çarpıcı.Kitabın “ve Cumhuriyet” kısmında ise daha ziyade devlet ile ters düşmüş ve hayatı boyunca devletin soğuk nefesini ensesinde hissetmiş babaların kızları var. Nasıl yol izlediklerinin izini okuyucunun sürmesini istiyorum. Ben hayatları derledim. Yani pişirdim. Okuyucu bunu hangi şartlarda nasıl sindireceğini kendisi bulmalı diye düşünüyorum.Bulamayanlar için ayrıca yorumlayacağım elbette.Ama başlangıç için bu kadarı yeterli diye düşünüyorum.İlk dalgada kitabın nereden okunduğunu görmek istiyorum çünkü.

Hayat hikayelerini kaleme aldığınız ilk kuşağın “şehirli kimliği”ne vurgu yapmanızın altında yatan sebepler neler ?

60'ların sonlarından itibaren üniversiteli kimlik olarak görünen “başörtülü kuşağın” kökenine inmek istedim. Hemen hepsi okumuş yazmış babaların kızları idi. Köyde dünyaya gelenler o sırada aile geçici bir süre için köyde bulunduğu için köyde dünyaya gelmiş. Dolayısıyla üniversiteli kuşağın ilk başlangıcı yukardan aşağıya bir genişleme gösteriyor.Laik çevrelerin tesettürlü kuşağı “köy kökenli” olarak tasvir edişini düzeltmek üzere bu tespitin altını çiziyorum. Köy kökenliler imam hatiplerin ilk mezunları ile birlikte ortaya çıkıyor. Üniversiteli tesettürlü ilk kuşak şehir kökenli.

“Hayatınızın hikayesine talibim” diyerek yola çıktınız ve Nuriye Çakmak, Behiye Temelli, Safiye İzerdem,Nusret Safayhi,Atıyye Akyıl,Hümeyra Ökten, Münire Yarar, Fakihe Güleç,Türkan Özkul,Fatma Çalıkavak, Gülsen Ataseven, İmral Müberra Önal, Mevhibe Kor, Meliha Yalçıntaş, Leyla Çonkar ve Nuran Alişoğlu ile görüştünüz. En çok hangi kadının hikayesi sizi etkiledi?

Kendilerini merkezde tutmayışları hepsinin ortak meşrebi olarak beni çok etkiledi. Çünkü aramızdaki kuşak farkını en çok buradan yakaladım. Bizim kuşakta da nispeten bu terbiye var. Dönemsel olarak biz bu terbiyenin sonlarına yetiştik. Görüştüğüm kişiler “Efendim ben kayda değer bir hayat yaşamadım siz Gülsen Hanım'a , Fevziye Hanım'a “ gidin derken,benim kuşağım “Hayatım roman” diyor.Yaşadığımız hayatı o kadar değerli görüyoruz yani.Hayat hikayesini yazdığım kuşak hizmet ruhu ile canlı.İsraftan sakınan halleri beni çok etkiledi.Bir de bazılarında gördüğüm ve asla unutamadığım o genç kız mahcubiyeti.Mesela asla tartışmıyorlar.Kendilerine ters gelen bir fikri “haklısınız,siz daha iyi bilirsiniz” diyerek karşılayışları var ki çok etkileyici.Bunu hal dili ile söyledikleri için etkili. “Siz daha iyi bilirsiniz.” Ne haddimize “bizim daha iyi bildiğimizi kabul etmek. Ama günümüzde medyanın diline bir bakın lütfen. Konunun uzmanına bile cahil cesareti ve küstahlığı ile “bence öyle değil” diyen “ben kuşağı” var.

Cumhuriyetin Dindar Kadınları'nın giriş yazısında, “Harf inkılabına, hem “eskimeyen” yazı hem yeni yazı öğrenerek ve öğreterek; “yeni kadın tipi”ne, başlarını örterek; kamusal hayatın seküler diline, üniversite mezunu ama dini vecibelerini yerine getiren bir kimlik üzerinden karşılık verdiler.”diyorsunuz. Cumhuriyetin öteki kadınları olmayı göze alanların giriştikleri mücadelenin üniversiteli genç başörtülüler tarafından devam ettirildiğini düşünüyor musunuz?

Bu sorunun cevabı hem evet hem hayır. Çünkü yüzde yüz devamlılık beklersek eğer böyle bir devamlılık ancak aynen tekrar ile mümkündür. Bu bir müddet sonra ruhunu kaybederek şekilsel tekrarlar ortaya çıkar. Dolayısıyla yüzde yüz devam etmemesi daha sağlıklı. Diğer taraftan bu kitapta yer alan hayatların sahipleri başka bir zamana aitler.Yokluğu görmüş,taze kurulmuş bir devlet olmanın hem sıkıntısını hem ideallerini paylaşmış bir kuşak.Evde Osmanlı terbiyesi,okulda Cumhuriyet değerleri ile büyütülmüş bir kuşaktan bahsediyoruz.Dolayısıyla “devletçi” bakış açısını sindirmiş bir kuşak var karşımızda. Bu bakımdan “Cumhuriyet'in Dindar Kadınları” ifadesi onları tamamen karşılıyor diye düşünüyorum. Onlar “biz” kuşağı idi. Önce sen diyen bir kuşaktı. Ama günümüz kuşağı “ben kuşağı”.Fakat tesettürlü genç kızları kendi yaşıtları olan liberal değerleri benimsemiş, savunan kuşak ile mukayese ettiğimiz zaman “Cumhuriyet'in Dindar Kuşağı”nın değerlerini sürdürdüklerini görürüz. Evet 2000 kuşağı yardımlaşmayı “eylem” duygusu ile yapıyor. Daha “öfkeli”.Çünkü yaşadığımız dünyayı onların gençliği ile çarptığımız zaman ortaya ancak öfke çıkabilir.Ya duyarlı ve öfkeli olacaksınız.Ya da “bir elimde cımbız bir elimde ayna umurumda mı dünya” kuşağı olacaksınız.Başörtülüler arasında her ikisi de var.

Kitabın sloganı “okuduğunuzda hayatınız değişmeyecek ama hayatınıza bakışınız değişecek” diyor. Hayatımıza bakışımız nasıl değişebilir?

Hintli usta ile çırağı hikayesini bilirsiniz. Yani içimizdeki acıyı hangi kaba koyduğumuzla alakalı yaşadığımız sıkıntılar. Kitabı okuyunca herkes kendisi kadar kabını genişletecek.Türkiye nereden nereye gelmiş diyecek.Ama bu mesafenin hem olumlu hem de olumsuz manada izinin sürülmesi gerekiyor.Bir örnek vermek üzere kitapta bahsi geçen şu hikayeyi paylaşmak isterim:Fatma Çalıkavak'ın babasının sahaflardaki tezgahının üzerine Beyazıt Camisinin birinci imamı sarığını koyarak “Burada dursun ikinci imam gelip alacak “der.O esnada oradan geçen bir muhabir tezgahın fotoğrafını çekerek haber yapar: “ Bu olay Suudi Arabistan'da değil ,İstanbul Üniversitesi'nin yanı başında oluyor.Bu adam cumhuriyet kanunlarına aykırı olarak fes ticareti yapıyor.” Gazete haberi suç duyurusu kabul edilir. Hayrettin Efendi Emniyet amirliğine götürülerek nezarethaneye atılır. Fes ticareti yapmadığını anlatan Hayrettin Efendi'nin doğru söyleyip söylemediğine vali karar verecektir. Dönemin valisi Ord.Prof.Dr.Fahrettin Kerim Gökay.Vali Bey odasındaki herkesi dışarı çıkartır.Hayrettin Efendi'ye “Fes ticareti yapmadığına dair Mushaf'a el basar mısın ? diye sorar. Basarım cevabını aldıktan sonra koltuğunun arkasındaki Atatürk portresini kaldırarak altıdaki dolaptan bir Mushaf çıkartır. Hayretin Efendi Mushaf'ı öpüp başına koyar. Vali Bey dışarıdaki memurları çağırarak “Hayrettin Çalıkavak'ın suçlu olmadığı anlaşılmıştır” der. Şimdi bu hikâyeyi lütfen AB süreci içinde AK Parti iktidarının yeminlerdeki bütün kutsal ibareleri kaldırın uygulaması ile birlikte düşünelim.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Kitaplık Haberleri