Cumhuriyet kimliğinin sosyopsikolojisi-I

Prof. Dr. Erol Göka

Ulus-devletler çağı, Batının yıllar süren boğazlaşmalarının ardından, kan deryasının ve zifiri karanlığın içinden çıktı geldi. Onun modernleşmeyle koşutluklar içeren treninin vagonlarına bazı uluslar geç atladı. Her ne kadar “milli mücadele”mizin biricik, hatta ilk ve mazlum milletlere örnek teşkil edecek şekilde olduğunu söyleyip dursak da biz hem uluslaşma hem modernleşme açısından geç kalmış olanlardanız; çektiğimiz birçok sıkıntının kökeninde bu gecikmişlik olgusu yatıyor.

Geç modernleşmenin ve bunun doğal sonucu olarak uluslaşma sürecini tamamlayamamamın sorunlarıyla boğuşurken, daha biz başımızı kaldıramadan bu kez değişen dünya konjonktürü boğazımıza yapıştı. İki kutuplu dünyanın yıkılması, bir “ABD İmparatorluğu” ve iki de bir değişen “yeni dünya düzeni” gibi yaftalarla karşımıza çıkan, ekonomik ve teknomedyatik entegre organizasyonlarıyla basbayağı gerçek olan küreselleşme; Aydınlanma değerlerinin ve (Güney’deki) ulus-devletlerin çözülme süreci, kabilecilik ve post-modern zihin krizi… Şimdi de, “ABD İmparatorluğu”nun savaşçı bir kliğin elinde, terör manipülasyonu ve şantaj-tehdit ve güç gösterisi yoluyla, bir an önce kurulması için uğraşılan II. Bush’un “Büyük Ortadoğu Projesi”nin ardından Obama’nın iktidarıyla temsil edilen ekonomik kriz ve uluslar arası ilişkilerde ve etnik gerilimlerde yumuşama beklentileri…

II. Bush döneminde Irak işgalinin arifesinde ‘Türk uluslaşması’ üzerine bir yazımızda “Artık belli oldu ki, biz bu kanlı imparatorluk sevdasının kalbgahı olan bir coğrafyada yaşıyoruz; ABD, girdiği her yere, kendi federe ‘demokratik’ sistemini de taşıyacak ve tüm siyasal sistemler, haritalarla birlikte değişmeye başlayacak…

İşte bu zor günlerde ‘uluslaşma’dan bahsedeceğiz; bahsetmek zorundayız. Aslında tüm dünya, özellikle ABD İmparatorluğu’na karşı olan ve uluslar arası bir ulusal direniş hareketini destekleyen tüm uluslar, ‘yeniden uluslaşma’dan bahsetmek zorunda. Belki kan ve tehdidin kol gezdiği böyle bir dünyada artık, ‘yeniden Aydınlanma’ anlamına gelebilecek teorik bir çaba komik kaçabilir ama tüm ulusal varlıkların, bu modern mirası savunan her milletin organik aydınlarının kendi yolculuklarını gözden geçirmeleri ve bundan böyle yola nasıl devam etmek istediklerini belirlemeleri şart.

Kestirmeden söyleyelim: Biz bir imparatorluk bakiyesi olarak Türkiye’de kurulmuş olan bu devleti, bu topraklar üzerindeki en meşru varlık olarak görüyoruz. Bu meşruiyet kökenini, buradaki insan varlığının özgünlüğünden ve bu özgünlüğü korumak için oluşturduğu Kuvayi Milliye ruhundan alır. Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden bu ruhun direnme ve organizasyon yeteneğidir. Elbette onu bu toprakların en meşru varlığı olarak görmemiz devletin uyguladığı politikaları savunmamız anlamına gelmez; varlığı meşru görüp savunmakla, var olanın icraatını savunmak apayrı şeylerdir. Bize göre Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının meşruiyeti ve kuruluş ilkelerinin geçerliliği hala tüm berraklığıyla sürmektedir. Ancak kabul edilmelidir ki, bir devleti kuran Kuvayi Milliye ruhu, bir ulusal nüve tarafından harekete geçirilmiş ve bugüne kadar hep canlı tutulmuş olsa da bu topraklarda yaşayan halkın “modern bir ulus” olma süreci tamamlanamamıştır. Önceleri geç modernleşmenin sorunlarıyla, ardından küreselleşmeci tahribatın etkileriyle baş edebilmek için yeterince uygun yollar bulunamadığı gibi çoğu zaman beceriksiz yönetimler olumsuzluklara katkıda bulunmuşlardır.” diye yazmıştık. Çok şükür, uluslar arası ölçekteki öngörülerimizin kan ve gözyaşı dışındaki birçoğu gerçekleşmedi, daha doğrusu II. Bush ve Neoconların akılları zorlayan “Büyük Ortadoğu Projeleri” başarısız oldu, sadece Irak’ın işgaliyle ve yıldırma politikalarıyla yetinmek zorunda kaldılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin neliği ve niteliğiyle ilgili değerlendirmelerimiz ise geçerliliğini koruyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu, sosyopsikopolitik eksen değerlerinin, yeniden ele alınması, yolumuza nasıl devam edeceğimizin belirlenmesi görevi daha acil bir nitelik kazandı.

“Ulusal kimlik”, ulusu zapturapt almaya yarayan bir kafes değildir; tam tersine kardeşlik belgesi, ulusu oluşturan insanların kardeş olduklarının nişanesidir. Tüm bunlar olup biterken dünya yeni bir sürece girmiş, tamamlayamadığımız uluslaşma sürecimize bir de kardeşliğimizdeki yaralar ilave olmuştur. Ulusal kimliğimizi kardeşliğimizdeki yaraları onaracak, kardeşliğimizi pekiştirecek şekilde yeniden ele alma zamanı gelmiştir. Bu tartışma II. Cumhuriyet tartışması değildir; Cumhuriyet’imizin eksen değerlerinin, kurucu temellerimizin geçen süreçte ne kadar yıprandıklarının gözden geçirilmesi ve sağlamlaştırılması için yapılan bir girişimdir. Bu yazıda onu yapmaya çalışacağız.

Cumhuriyet’in kurucu değerleri

Osmanlı’nın son dönemlerindeki toplumsal değerlerin alt-üst oluşu Cumhuriyet’in hem toplumsa hem siyasal anlamda temel değer sistemini yaratmıştır. Bu alt-üst oluş içinde öne çıkan değerler, Cumhuriyet’in kurucu değerleridir; toplumun modern bir ulus olma sürecinin ideolojik dayanağının oluştururlar. Uluslaşma ve ulusal kimliğin tüm toplumca içselleştirilme süreci, bu temel değerlerin gösterdiği istikamette ilerler. Bu özellikleri nedeniyle onlar aynı zamanda, toplumsal ve siyasal merkezin de oluşturucu öğeleridir. Türk muhafazakarlığı da kendisini bu temel değerlere göre şekillendirir.

Cumhuriyet’in kurucu, uluslaşma sürecinin yol gösterici değerleri, en iyi, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan siyasal ideolojileri ve toplumun bağrında bu değerleri saptayan ve sonra da Cumhuriyet’in değerleri haline getirmeye çalışan düşünürlerin saptamaları analiz edilerek anlaşılabilir.

Biz, böyle bir analizin sonucunda Cumhuriyet’in temel değerlerin çağdaşlık, Türklük, Müslümanlık olarak ortaya çıktığı sonucuna ulaşmıştık. Bu üç değer kaynağı, Osmanlı’nın son döneminden itibaren tüm toplumsal ve siyasal-ideolojik fenomenlerin, olayların ana renk oluşturucularıdır. Önce toplumsal ve ardından siyasal merkez, bilahare ulusal kimlik bu değerler ekseninde inşa olmuştur.

Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan yeni toplumsal merkez değerlerinin ve yaşama biçiminin oluşumu, Cumhuriyet dönemi boyunca adım adım yetkinleşmiş ve bu kez Cumhuriyet'in zemininde sürdürülmüştür. Cumhuriyet, yeni bir devletin olduğu kadar yeni bir toplumsallığın da adıdır. Her ne kadar, tuhaf bir “resmi ideoloji” tartışmasıyla zihinler puslandırılmışsa da bize göre Cumhuriyet Türkiye’sindeki temelde hayatın (toplumsalın) üretmiş olduğu başat merkezcil değer sistemi de bu üç kaynaktan gelen akımların karşılıklı etkileşimlerinin sonucu ortaya çıkmıştır.

Bugün de siyasal merkezdeki alabildiğine oynaklığa karşın toplumsal merkezde aynı değerler varlıklarını sürdürmekte, uluslaşma süreci tamamlanamasa da Türkiye Cumhuriyet’i “toplumsal”ını bir arada tutmayı başarabilmektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki, toplumsalı oluşturan eksen değerler, özellikle küreselleşme süreciyle birlikte büyük bir tahribata uğramışlar, gerek zorla gerek kendiliğinden bir biçimde bir değişim süreci içine girmişlerdir. Batılı güçlü ulus-devletlerden farklı olarak uluslaşma sürecimizin tamamlanmadan bu etkilere maruz kalmamız, bu tahribatın olumsuzluklarını artırmıştır. Ortaya çıkan tahribatı anlayabilmek için önce kurucu değerleri teker teker görmek gerekir:

Çağdaşlık, modern dünyadaki gelişmelerden yana olmanın, bilime ve teknolojiye olduğu kadar evrensel siyasal ve etik değerlere, laikliğe, demokrasi ve insan haklarına yönelimin adıdır. Gerek Cumhuriyet kurulurken gerek şimdi yöneticilerin ve halkın üzerinde en çok ittifak ettikleri konulardan birisi çağdaşlık olmasına rağmen bunun nasıl olması gerektiği konusunda çok çeşitli bakışlar vardır.

Türklük, tarihsel köken tartışmalarında gündeme gelen flu biyogenetik içerimleri olan bir kavramdır. Ama buna rağmen bugüne kadar Cumhuriyet’in temel değeri olmayı başarabilmiştir. Zira Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bu kavramın anlamı şimdikinden farklıdır ve asıl olarak Cumhuriyet’in sınırladığı bu topraklarda yaşayan ve “buralı” hisseden insanları tanımlamaktadır. 1924 Anayasası’nda açıkça görüleceği gibi, (madde 88: "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. [...] Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir.") Cumhuriyet’in sınırları içinde yaşayan insanları eşit yurttaşlar haline getiren hukuksal bir temeldir. 1924 Anayasası, Cumhuriyeti kuran toplumu asla ırksal bir gönderene göre tanımlamaz ve hatta özenle bundan kaçınır. “Türk” adı ırksal değil hukuksal bir kavramdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında yaşanan olaylar, Lozan başta olmak üzere uluslar arası anlaşmalara yansıyan kurucu irade göstermektedir ki, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında “Türkiye” ve “Türk” adından da, etnik olarak Türk olmayan toplulukların belirgin bir rahatsızlığı yoktur. Biz “Türk” ve “Türkiye” adından rahatsızlık duyulmamasının birçok tarihsel nedenini sayabiliriz ama bunların içinden en önemlisi, millet oluşun sağlam bir psikolojik maya üzerine yerleşmesidir. “Türk” adı, Batılılar tarafından “Müslüman” sıfatına özdeş bir biçimde ve pejoratif anlamda kullanılıyor ve tüm Osmanlı hinterlandında yaşayan Müslümanlar bu adla anılıyordu. Bu nedenle yeni ulusun inşasında hem Batının küçümseyici meydan okumasına bir karşılık vermek hem de Osmanlı ve Müslüman köklerine bağlı olduklarını gösterebilmek amacıyla “Türk” ve “Türkiye” sıfatlarını hem Cumhuriyet’in kurucu önderleri hem de her etnisiteden halk seve seve kabul ettiler. Kendilerine ha “Osmanlı” ha “Türk”, ha “Müslüman” denmiş onlar için bir beis yoktu; yeter ki hür ve bağımsız olunsun, ezanlar susmasın bu onlara yeterdi.

Müslümanlık, bizi ulus yapan tinsel değerlere işaret ediyordu. İslam, siyasal, hukuksal ve dünyevi çerçevesi çağdaşlık ve Türklük tarafından çizilmiş yeni değer sisteminin Yaratıcıya bağlandığı tinsel değerleri var eden kaynaktı.

Çağdaşlık, Türklük ve Müslümanlık ana kaynakları, milletin içinde vardı. Hepsinin bir araya gelmesinden yepyeni bir değerler sistemi ve yaşama tarzı ortaya çıktı. Ancak onların karşılıklı etkileşimlerinin sonucunda ortaya öyle bir değerler sistemi çıkmıştır ki, bu ne onlardan biriyle ne de onların toplamıyla açıklanamaz. Ortaya çıkan değer sistemi, tek başlarına ele alındıklarında “bağnaz” olarak nitelenebilecek çizgilerden birine indirgenemez; bu ne onlardan biri, ne hepsi ne hiçbiridir; hepsinden çok özel unsurlar taşır ama biriciktir. İslam, milliyetçilik, modernlik enteresan bir sentez oluşturur; resmi ideoloji denilen Kemalizm’de bile bunların her birinden öğeler bulunur. Bu üçlü çizginin oluşturduğu değer sistemi içinden değişik dönemlerde kah biri kah diğeri öne çıkarak ulusallaşmamızın kendine özgülüğünü sağladılar.

Bu üç kaynak, yalnızca (ve hep sanıldığı gibi) bir devletin ve onun ideolojik aygıtlarının yukarıdan aşağıya doğru değil, aynı zamanda bu coğrafyada yaşayan halkın aşağıdan yukarıya doğru, dolaysız olarak ürettiği toplumsal-siyasal var olma biçimlerinin ve değerler sisteminin oluşumuna da temel sağladı. Zaten Kurtuluş savaşı başladığı andan itibaren toplumsal hissiyat hep dikkate alındı. Bizzat Atatürk’ün kendisi bunu şöyle ifade ediyor: “İki yol vardır. Biri bu milletin Hulasa-i Amal ve efkarına göre yürümek, diğeri bizim fikirlerimize göre yürümektir. Şahsi kanaaata göre değil, milletin kanaatini ve efkar ve hissiyatını yoklayarak yürümelidir.”

(devam edecek)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.